Kitabı PDF olarak indirme bağlantısı:
https://drive.google.com/file/d/0B5NFhcSl0HKAZTZ2a01ybDhsbEk/view?usp=sharing
Türk Milleti olarak,
anayasa tartışmalarından bir türlü kurtulamıyoruz. Yönetenler, bilim adamları
ve aydınlarımızın en önemli gündem maddesi anayasa. Cumhuriyet döneminde olduğu
gibi, Osmanlı’da da başat meselemiz buydu.
Sanılmıştır ki, iyi bir
anayasamız olursa bütün sıkıntılardan kurtulur, gelişmiş çağdaş bir toplum
seviyesine ulaşırız. “İyi bir anayasa”,
işte tılsım bu sözde. Tamam da “iyi”ler
başka başka. Böyle olunca da, “tartışma
pazarı” kuruluveriyor. İşte size
tartıştıkça hararet veren, içinden çıkılmaz bir “derin” gündem.
Bir buçuk asırdır
tartışıyoruz yorulduk, ama bıkmadık. Bu keşmekeşte ufuklarımız daraldıkça,
tefekkür hayatımız karardı. Derken meseleyi “kökten
çözmeye” talip birileri çıktı.
Dediler ki; en iyisi “Türk’ten
kurtulmak.” Bunun için “yeni” bir
anayasa yapmalıyız. Türk Milleti bu karara şaşkınlıkla bakarken; dünya patronları,
Türk’ten hazzetmeyenler ve Türk’e kuyu kazanlar hayran kaldı.
“Hayranlıklara vesile olan” şu “Türk’süz” anayasa neymiş dedik yola
çıktık. Ancak bazı kavramlarda mutabık olmalıyız. Mesela; Milli-
üniter- federal ve çok ortaklı devlet; millet- etnisite- azınlık-devletin
kuruluşu ne demektir? Egemenlik
açısından ne ifade ediyor? Kısaca bakmalıyız.
Milli Devlet: Bir millete ait devlet demektir. Eğer devlet kendi milleti
tarafından kurulmuşsa, o devlet zaten millidir. Millilik devletin ana eksenini
ifade eder. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve
sahibi Türk Milleti olduğu için millidir. Örnekler verelim: Alman, İngiliz,
İspanyol, Fransız, İtalyan, Yunan, Çin, Japon, Amerikan, Rus gibi devletler,
bir millete ait olduğu için milli devlettir.
Üniter Devlet: Bir merkez (başkent)’den
yönetilen, otoritenin tek parça olduğu devlet şekline denir. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti
Devleti üniterdir. Yukarıda adı geçen diğer devletlerden Almanya ve ABD hariç,
hepsi de üniterdir.
Federal Devlet: Egemenliğin, federe devletçiklere bölündüğü, her federe
devletçiğin kendi yasalarını kendilerinin yaptığı, ancak hepsinin üstünde milli
savunma, dış ticaret, dış politika gibi konularda yetkili, merkezi bir federal
devletin bulunduğu idare şeklidir. Federal ve federe devletler bir millete ait
ise, devlet millidir. Federal devletin örnekleri; Almanya ve ABD’dir.
Almanya’daki 16 eyalet devleti ve merkezi federal devlet Alman milletine
aittir. ABD’deki 52 eyalet devleti ve
merkezi devlet, bir olan Amerikan milletine aittir. Bundan dolayı bu devletler
milli, ama yönetim şekilleri üniter değil, federaldir.
Çok Ortaklı Devlet: Çok ortaklı (unsurlu), çok
dilli ve birden çok yönetim merkezli devlet şeklidir. Uygulamada federal
denilse bu yanlıştır. Çünkü federal devletler bir millete aittir ve millidir.
Buna karşı çok ortaklı devletler, çok unsurlu olduğundan gayri-millidir ve
sunidir. Federal devletlerle benzerliği, yönetimin çok merkezli olmasıdır.
Örnekleri; dağılan Yugoslavya ve Sovyetler Birliği, fiilen bölünmüş olan
Belçika ile şimdiki Irak Federal Cumhuriyeti’dir. İşgalci emperyalistlerin,
çıkarlarına göre hazırladıkları Irak Anayasası’nda, devlet Arap ve Kürt
unsurlardan meydana gelmekte, iki dilli ve iki yönetim merkezlidir.
Millet: Bir etnisite veya birden çok etnisitenin asırlarca bir arada
yaşayarak sosyolojik gelişimini tamamlayıp, siyasi kimlik sahibi olmasıyla
ortaya çıkan, bütünleşmiş bir olgudur. Dil, inanç, hukuk, kültür,
edebiyat, sanat, musiki, örf-adet gibi
temel kurumlarını tamamlayan millet,
bağımsız yaşamak zorundadır, bunun için devletini kurar. Yoksa
yaşayamaz. Böylece egemenlikler dünyasının bir üyesi olur.
Millet, zaman içinde
karşılaştığı veya bünyesinde var olan farklı etnik grupları da temsil eder. Bu
kültürel bütünleşme ve milletleşme demektir; bundan dolayı, tek kökenli millet
yoktur. Bu gerçeği dikkate alan
uluslararası hukuk, dünya düzeninin;
bir millet, bir devlet ve eşit birey esasına göre şekillenmiştir.
Etnisite: Çeşitli sebeplerle milletleşememiş ırk gruplarına ve kavimlere
denir. Birlikte yaşadığı milletin hâkim kültürü ile kaynaşarak bütünleşirler.
Sosyolojik olarak millete dâhil olurlar. Böylece milletleşen bu sosyal
topluluklara dair, uluslararası hukukta hiçbir sözleşme ve anlaşma yoktur. Milletten
ayrı bir siyasi kimliği yoktur, ama sosyal (aile,
sülale, aşiret gibi) kimlikleri vardır. Sahip oldukları folklorik dil ve
kültürlerini toplum içinde serbestçe yaşarlar ve geliştirebilirler.
Azınlık: Dil, din, kültür gibi
alanlarda, toplumun çoğunluğuna göre farklı ve sayıca az olan, belli bölgelerde
yaşayan, hâkim konumda (yönetimde)
olmayan topluluklara mensup kişilerdir. Bir ülkede kimlerin azınlık olacağına, “Viyana Konvansiyonu”na göre, ilgili
egemen devlet kendisi karar vermeye yetkilidir.
Uluslararası sözleşmelere göre; azınlıklara mensup bireyler, kendi dil,
kültür gibi değerlerini, toplum içinde serbestçe yaşama ve geliştirme hakkına
sahiptirler. Bu bireysel haklarına, grup haklara dönüştürülemez ve ayrımcılık
için kullanılamaz.
Bahsi geçen sözleşmeler:
Lozan Antlaşması; Batı Trakya Müslüman
Türk azınlığı ile Türkiye’deki gayri Müslimlerin statüsünü belirleyen 35-47
maddeler. Türkiye’nin Başka azınlığı yoktur. Diğer sözleşmeler; BM İkiz
Sözleşmeleri, Avrupa Konseyi Bölgesel
ya da Azınlık Dilleri Avrupa Şartı, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve
Sözleşmesi, Kopenhag Siyasi Kriterleri, azınlıkların korunması ve saygı
gibidir.
Bu Sözleşmelerdeki
hükümler, özellikle azınlık dillerine dair bireysel haklar, devletlerin
egemenlik ve toprak bütünlüğü ile uluslararası hukuk yükümlülüklerine ters
düşecek şekilde yorumlanamaz. BM şartı, AİHS ve AİHM kararları bunu amirdir.
Bir örnek verelim: “Fransız
Polenezyası’nın dil davasında AİHM’nin kararı şöyle: AİHS’nin 10. maddesine
göre; Devletlerin egemenlik alanına giren dil konusu mahkemenin yetkisi
dışındadır. Sözleşmenin hiçbir maddesinin, yerel dilleri garanti altına
almadığı, bu bakımdan temel haklardan sayılan düşünce ve ifade özgürlüğüne göre
inceleme yapılamayacağı, her devletin dilini kendisinin seçeceği ve bu kendi
egemenlik alanına gireceği belirtilmiştir. Ayrıca ana dilde yapılan taleplerin,
“kültürel haklar” kapsamına girdiğinden, ancak toplum içinde serbestçe yaşanıp
geliştirilebileceği vurgulanmıştır.”
Azınlığa mensup
bireyler, vatandaşlık hakkına sahiptirler.
Devletin kuruluşu: Devlet, millet çoğunluğunun değerlerine göre kurulur. Böylece, en
geniş manada milleti temsil eden, tutarlı, bütünlüğü ve standardı olan bir
düzen kurulmuş olur. Mesela; çoğunluğun
dili Türkçe ise devletin dili de Türkçe olur.
Milletin bünyesindeki,
yerel özellikte, farklı dil ve kültürler ise, bütüne ait olmadığı için devletin
kurumlarında yer almaz. Çünkü standart, uyum ve bütünlük sağlanamayacağı için
düzen yerine düzensizlik, kargaşa doğar. Ancak, bu değerler ve diller bireyler
tarafından toplum içinde serbestçe yaşanır, engellenemez.
Genel duruma tabi
devletler böyledir. Egemen güçlerin çıkarlarına göre kurulan devletlerin ortak
özelliği yoktur. Birbirine benzemez. Bunun için örnek teşkil edemez.
Türk anayasaları, milli ve merkezi devlet
Bu izahlar açısından
Türk anayasalarına bakalım. Bugüne
kadar, 108 yılda 6 yazılı anayasamız olmuştur. Bunlar; 1876 Kanuni Esasi’si,
1921 geçici Anayasası, 1924, 1945, 1961 ve 1982 anayasalarıdır. Bu
anayasalardan ilk dördünün gerçek ihtiyaçtan; son ikisinin ise darbeler sonucu “sıfırdan” yapıldığı bilinmektedir.
Ancak konumuz bakımından
çok önemli olan husus, milli devlet, devletin kimliği ve yönetimi açısından
hepsinin aynı özellikte olmasıdır. Anayasalarımıza baktığımızda dikkati çeken
ilk husus; Sultan II. Abdülhamit Han’ın
1876 Kanunu Esasi’sinden 1982 Anayasasına kadar egemenliğin aynı kalması, adeta
kopya edilir gibi korunmasıdır. Anayasaların hepsinde, kurucu irade, kuruluş
esasları ve meşruiyet kaynağı denilen, milletin ruhu esas alınmıştır. Böyle
olması da çok tabiidir. Çünkü kurucu iradenin sahibi değişmemiş, hep Türk
Milleti olmuştur.
Kimlik meselesi günümüz
tartışmalarının da eksenini teşkil ettiğinden, ilk Anayasamızdan somut deliller
vererek, devletin yapısındaki sürekliliğe ve bütünlüğe dikkatleri çekmek
isteriz.
Önce 1876 da ilan edilen
Kanunu Esasi’ye bakalım.
1. Madde: Osmanlı
devleti ülkesiyle bir bütündür, hiçbir gerekçeyle bölünemez.
2. Madde: Osmanlı
Devleti’nin başşehri İstanbul’dur.
8. Madde: Osmanlı
Devleti’nin uyruğunda bulunanlara “Osmanlı” denir,
17. Madde: Yasa önünde
bütün Osmanlılar eşittir. Kişilerin, din ve mezhebine bakılmadan vatana karşı
aynı hak ve ödevleri vardır.
18. Madde: Devlet memuru
olabilmek için “devletin resmi dili” Türkçeyi bilmek şarttır.
57. Madde: Meclis’te
müzakerelerin dili Türkçedir.
68. Madde: Türkçe
bilmeyen milletvekili olamaz.
71. Madde:
Milletvekilleri, seçim bölgesinin ayrıca vekili olmayıp, Osmanlı vekilidir. (1)
Bu Türk kimliği elbette
Kanunu Esasi ile kazanılmış değildir. Devleti kuran ve yaşatan Türk Milletidir.
Bunun için devletin kuruluşundan itibaren; sarayda, orduda, devlet işlerinde, mahkemelerde, şiirde,
edebiyatta, kültürde, musikide, mimaride, sanatta, günlük hayatta, her yerde ve
her işte, Türk dili ve kültürü esas olmuştur.
Selçuklu devleti de, Osmanlı devleti gibi Türk Milletinin devletiydi.
Yukarıda 8. Maddede
bahsi geçen “Osmanlı” sözü hiç şüphe
yoktur ki, “Türk” demektir. 1876
anayasasının hükümleri, Türk demiyor ve milletini tarif etmiyorsa, hangi
milleti tarif ediyor olabilir?
Cumhuriyet dönemi
anayasalarında çok kullanılan “Türkiye”
sözünün, duruma göre, “Türk Ülkesi” ve “Türklerin ülkesi” anlamında kullanıldığı bilinmektedir. Bütün
anayasalarımızda, “Egemenlik” kayıtsız
şartsız Türk Milletine aittir” denilmek suretiyle, bu konuda hiçbir
tereddüde yer bırakılmamıştır. Ayrıca
TBMM, 1922’de aldığı 308 numaralı kararla bu hususa açıklık getirmiştir. Karar şöyledir: “Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti…
Düşmanlarına karşı kıyam etmiş… Bugünkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.” (2)
Geçtiğimiz aylarda vefat
eden Neslişah
Sultan’ın hayatını yazan Murat Bardakçı, merhumun annesi Sabiha Sultan’ın şu
sözlerini aktarıyor: “Bugün Cumhuriyet
kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir. İmparatorluk ayrı bir devirdi,
fakat o da Türk’ündü. Bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır. Devlet aynıdır. Rejim değiştiği için isim
değişmiştir.” (3)
Söz buraya gelmişken,
Osmanlı kavramı üzerinde de durmak isteriz. Çünkü o dönemde bile bu kavram, çok
farklı anlaşılmıştır. Bu bakımdan ünlü bilim adamımız Fuat Köprülü’nün “Osmanlı Telakkisi” başlıklı, zihni
karışıklığa ışık tutan makalesinden kısa bir bölümü aktaralım.
Köprülü diyor ki; “Osmanlı kelimesi bir devlet, yani bir siyasi
heyet adıdır; yoksa bu kelime Tanzimatçıların zannettiği gibi ‘dinde, lisanda
ve netice olarak hissiyatta’ müşterek bir millet unvanı değildir. Binaenaleyh
Osmanlılık demek, Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin, vs. toplu heyeti
demektir.
Devletimizi büyük bir içtimai daireye benzetecek olursak; merkezi
daireyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi, ilkine sıkı bir surette
merbut (bağlanmış) olarak İslamlık, son daireyi de Türk ve İslam cazibe
kuvvetine tabiatıyla boyun eğmeye mecbur olan Hıristiyan unsurlar teşkil eder.
Osmanlı Devletinin şimdiye kadar vatanın parçalarından birçoğunu kaybetmesi,
Türk merkezi kuvvetinin zaafından ileri gelmektedir.” (4)
Köprülü pek tabiidir ki,
Osmanlı bir Türk Devletidir diyor.
“Türkiye” sözünü, “Türk” anlamında
değilmiş gibi göstermeye kalkışmanın gerçekle ve iyi niyetle izahı mümkün
değildir. Buna rağmen, günümüzün her türlü istismarına fırsat vermemek için;
Türk devleti, Türk vatanı ve Türk
Milleti gibi kavramları kullanmakta zaruret vardır.
Bilindiği gibi, Osmanlı
Devleti’nin ömrünü tamamlaması üzerine, nöbeti Türkiye Cumhuriyeti Devleti
almıştır. Bu dönemde bütün dünyada
imparatorlukların dağıldığı, egemenliğin artık hanedan eliyle değil, doğrudan
doğruya millet eliyle temsil edildiği, demokrasinin yaygınlaştığı
bilinmektedir.
Şimdi diğer anayasalara
bakalım:
1921 Anayasası:
1. Madde: “Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir”
2. Madde: “İcra
kuvveti ve yasama yetkisi milletin yegâne ve hakiki temsilcisi olan Büyük
Millet Meclisinde belirir ve toplanır.”
1924 Teşkilatı Esasi:
2. Madde: “Devletin resmi dili Türkçedir.”
3. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”
4. Madde: “Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet
Meclisi temsil eder.”
12. Madde: “Türkçe
okuyup yazma bilmeyenler Milletvekili seçilemezler”
88. Madde: “Türkiye’de
din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.”
1945 Anayasası:
“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık
itibariyle Türk denilir… Vatandaşlık kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan
herkes Türk’tür… Devletin dili Türkçedir.”
1961 Anayasası:
2. Madde: “milli devlet”
3. Madde: “Resmi dili Türkçedir”
4. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk
Milletinindir.”
1982 Anayasası:
3. Madde: “Devletin dili Türkçedir”
6. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk
Milletinindir.”
Görüldüğü gibi
Osmanlı’dan bu yana anayasalarımızda, devletin sahibi ve kimliği hiç
değişmeden, “Türk” ve “Türk
Milleti” olarak kalmıştır. Yapısı
ise milli ve merkezi (üniter)’dir. Esasen egemenlik millete ait bir kavram
olduğundan, devletin sahibi, bünyesindeki etnik grupları da temsil eden Türk
Milletidir. Zaten kurucu irade (millet)
değişmeden başka türlüsü mümkün de değildir.
Ülkemizi bölmek için
atılan adımlar
Tarihi akış ve dünya gerçeği böyledir, ama bugün asırlar ötesinden gelen
egemenliğin Türk Milletine ait olmasına itiraz edilmektedir. Bölücü terör
örgütü de, “yeni” anayasa sevdası da
buradan çıkmaktadır. Egemenliğin sosyal topluluklara dağıtılması amacıyla, alt
yapıdan, bir millete göre inşa edilmiş olan devletin temellerinden
başlanmıştır. Bu konuda TBMM’den çıkan
yasalara bakalım. Örnekleri şunlardır:
·
Devlet televizyonunda 24 saat Kürtçe
yayın yapılması,
·
Kürtçenin devlet okullarında seçmeli
ders olması,
·
Üniversitelerde Kürtçe bölümlerin
açılıp, öğretmen yetiştirilmesi,
·
Partilere etnik dillerde propaganda
imtiyazı tanınması,
·
Etnik örgütlenmelerin ve bölücü
propagandaların serbest bırakılması,
·
Yerel belediyelerin “Kürtçe” yazışma
yapmaları,
·
Kürtçe bilme şartı ile kamu görevlisi
istihdamı,
·
Merkezden bağımsız, Bölgesel Kalkınma
Ajanslarının kurulması,
·
Büyük Şehir Belediyeler Kanunu,
·
Kamu Reformu Kanunu,
·
Mahkemelerde ana dilde savunma,
·
Ana dilde kamu hizmetlerine erişim, (Bekliyor)
·
Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik
Komisyonu kurulması (Etnik grupların
eşitliği. Bekliyor.)
·
Kamuda etnik ayrımcılığa son verilecek (Kurumların etnikleşmesi. Bekliyor)
Bu düzenlemelerle; Anayasamız 2. Maddesinde devletin dili “Türkçe” dediği halde, devlet iki dilli hale getirilmiştir.
Anayasamızın “Giriş” bölümünde ve 6.
Maddesinde “Egemenlik Kayıtsız Şartsız
Türk Milletinindir” dediği halde, devlet iki unsurlu/kimlikli hale getirilmiştir. Kısaca Devlet şimdiden iki ortaklı hale getirilmiştir. Anayasaya aykırı olarak yapılan bu
değişiklikler, her şeyden önce ağır bir suçtur. Sahi Kenan Evren ne yapmıştı?
Soruyorlar; “devlet niçin sadece Türk’e ait oluyor?”, “Niçin diğerleri dışlanıyor?” Bu zihniyete göre; Türk Milleti,
dünyanın en eski milletlerinden biri değil; sadece Anadolu’da kesintisiz olarak
bin yıldır egemenlik ve yüksek bir medeniyet kurmadı; tesis ettiği Selçuklu,
Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tek sahibi değil; asırlar boyu bu
yüksek medeniyet dairesi içinde yaşayan etnik topluluklara mensup bireyler,
dışlanmak bir yana, kaynaşarak Türk Milletinin eşit, şerefli birer üyesi
olmadı. Türk Milleti, diğerleri gibi etnik bir topluluktur.
Bu zihniyet; inkârcıdır ve sadece Türk’e değil, Yüce Dinimize de, tarihe
de, ilme de isyan halindedir. Devleti ve milleti bölme uğruna, bir ve bütün
olan ümmeti parçalayarak tevhit akidesini de çiğnemektedir.
Hâsılı dün Sovyetler Birliğinin içimizdeki işbirlikçileri, ülkemizi
bölmek için “Halklara özgürlük” diyorlardı; bugün batı işbirlikçileri “etnik gruplara özgürlük” diyor. Arada
bir fark var mıdır? Yoktur. Bunun için
egemenliğimize ortak olmak isteyen PKK; Habur, Oslo ve İmralı mutabakatı
çerçevesinde şu düzenlemeleri bekliyor:
1)
Ya Türk adı çıkmalı veya diğer etnik
adlar da girmeli,
2)
Bütün etnik gruplar, Türk’le eşit
konumda olmalı,
3)
Ana dillerde eğitimin önü açılmalı,
4)
Etnik özerk bölgeler kurulmalı,
5)
Genel af sonucunu doğuracak bir
düzenleme yapılmalı.
Evet, çözüm denilen açıkça budur. Türk milletinden istenen, 1923 öncesine
dönmesi; sanki Türkiye Cumhuriyeti Devleti hiç kurulmamış veya bugünlere gelmek
için bunca can ve kan verilmemiş gibi. Tekrarlayalım onlar için “çözüm”; Türklerin ve Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin; haçlılar, işbirlikçileri ve PKK ile anlaşarak “çok ortaklı bir devlet”e razı
edilmesidir!
“Yeni” Anayasa için
STK’lar devrede
Şimdi de “yeni ve sivil”
anayasa için yapılan çalışmalara değinelim. Öncelikle TBMM uyum komisyonuna
sunulan önerilere bakalım.
Meclise görüş bildiren STK’lardan bazıları şunlar: HAK-İŞ, MÜSİAD,
TÜSİAD, TESEV, MEMUR-SEN, MAZLUM-DER, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Abant Platformu,
İnsan Hakları Derneği (PKK’nın yan kuruluşu), KESK, İmam Hatip Liseleri
Mezunları ve Mensupları Derneği, Ehlibeyt Vakfı vb.
Bunlara, henüz ne olduğu açıklanmayan
“yeni ve sivil” anayasayı şimdiden kurtuluş reçetesi gibi
tanıtmaya çalışan ve bunun için Türkiye’yi dolaşıp kamuoyu oluşturma gayretine
düşen TEPAV’ı da ilave etmeliyiz.
Bunların görüşlerindeki ortak noktalar ise, Anayasadan Türk adı
çıkarılmalı, egemenlik açısından bütün etnik gruplar (Türk de dâhil) eşit konuma getirilmeli, ana dilde eğitim ve
öğretim yapılmalı, etnik özerklik tanınmalı cümleleriyle özetleyebiliriz.
Bilindiği gibi bu görüşleri; AKP, CHP, BDP, ABD, AB, Barzani, PKK,
Dinci-Kürtçü Partiler ve yazarlar, Küreselci ikinci cumhuriyetçiler gibi
işbirlikçiler de hararetle savunmaktadırlar.
Bu önerileri biraz daha yakından görelim.
Devlet memurlarının sendikası MEMUR-SEN adına hazırlanan raporda; “Vatandaşlık etnik bir kimliği (Türk’ü) esas
aldığından, diğer etnik grupları yok saymaktadır… Bütün etnik grupları referans
almak için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını esas almalıdır… Türkiye
Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı bulunan herkes, Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşıdır denilmelidir.” (5)
Abant Platformu sonuç bildirisinden okuyalım; Dil konusundaki teklifleri; “Anayasa'da farklı ana dillerde eğitim yapılma hakkı tanınmalıdır. Veya “Resmi dilin öğrenilmesi ve
öğretilmesi şartı ile herkes eğitimde ana dilini kullanma hakkına sahip” olmalıdır.
Özerklik konusundaki; “Türkiye'nin idari yapısı, yerinden yönetim (âdem-i merkeziyet)
esasına dayanır. Yerel yönetimler üzerindeki her türlü idari vesayet
kaldırılmalıdır. Veya merkezden
yönetim istisna, yerinden yönetim esastır.” (6)
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın teklifi: “Anayasanın başlangıç bölümü kaldırılmalı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydası, yeni anayasanın
temel felsefesi olmalı. İlk ve ortaöğretim kurumlarında eğitim dili Türkçe olup
yeterli sayıda velinin talebi halinde diğer bir dilin de eğitim dili olarak
kullanılması ve ayrıca ana dillerin öğretilmesi için gereken düzenlemeler
yapılır.”(7)
TEPAV’ın ülkeyi tarayan konferansları da oldukça ilginçtir. Başta TBMM
Başkanı Cemil Çiçek (yetkisizliğini ve tarafsızlığını unutarak), TOBB Başkanı
Hisarcıklıoğlu ve parti temsilcileri ile birlikte il il dolaşarak, bol bol
“yeni ve sivil” anayasa reklamı yapıyor. Şu ana kadar 12 ilde toplantı
yapılmış. Konuşmalarda; mevcut Anayasayı ve 1987’den 2010’a kadar TBMM
tarafından yapılan 136 değişikliği aşağılayan, kamuoyunu meçhul bir anayasa
için şartlandırmaya çalışan telkinler ve propagandalar yapılıyor. Özellikle,
devletimizin milli ve üniter kimliğini savunanlar eleştiriliyor, içeriği
bilinmeyen “yeni ve sivil” anayasanın
her derde deva olacağının telkini yapılıyor.
Devlet kimliğini değiştirme adımları
Tarihimizde altı defa
yeni anayasa yapıldı, ancak egemenliğimize hiç dokunulmadı. Şimdi ilk defa,
resmen Meclis’te tartışılıyor. Çok
kimlikli-ortaklı bir devlet yapısı için, ülke sosyal gruplara ayrıştırılıp
egemenliğin paylaştırılmasına çalışılıyor. Sanki savaşa girip de mağlup olmuşuz
gibi!...
Bu bakımdan Türk
milletinin ikna edilmesi gerekiyor. Diyorlar ki; “Dünyamızda milli-üniter devletlerin devri bitiyor… Federasyonlar
dönemi başlıyor… Ulus devlet bize dar geliyor… Türkiye’yi büyütmek için, çağa
uymak ve federasyona geçmek zorundayız.”
Gerçekten böyle mi?
Dünyaya bakalım. Sovyetler Birliği (SSCB) dağıldıktan sonra, bağımsızlığını
kazanan 15 devlet milli-üniter yapıda kurulmuştur. Varşova Paktından bağımsızlığını kazanan
Merkezi ve Doğu Avrupa’nın 6 ülkesi, milli ve üniter devlet olarak yola devam
etti. Çek ve Slovaklar ayrılarak milli ve üniter devletlerini kurdu. Federal
yapıda olan Belçika Krallığı, Flaman ve Valon bölgesi olarak fiilen ikiye
bölünmüş durumda, milli-üniter devletlerini kurma mücadelesini vermekteler.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, 20 yıla varan kanlı etnik
çatışmalardan sonra dağıldı ve yerine milli-üniter yapıda birçok devlet
kuruldu.
Buna karşılık
milli-üniter devlet olarak kurulup da, federasyona dönüşen tek bir örnek
yoktur. İşgalcilerin kurduğu Irak Federal Cumhuriyeti hariç. Demek ki, propaganda edilenin tersine,
dünyamızda federasyonlar devri bitiyor, milli-üniter devletlere dönüş devam
etmektedir. Bunlar iyi niyetli ve dürüst de olmadıklarını her adımda belli
ediyor.
Türk Milletini
hazmettirme, inandırma ve hatta aldatma yolunda bir iddia da şu: 1982 Anayasası’nda 29 yılda 136 değişiklik
yapılmıştır. 1987’den itibaren AKP dönemi dâhil her Meclis ve her iktidar çok
sayıda değişiklik yapmıştır. Özellikle
AB taleplerinin büyük kısmı aynen yasalaştırılmıştır. Bu sebeple 17 Aralık 2004
Zirve kararıyla, Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni yerine getirdiği
ileri sürülerek, çok övünülen “müzakere”
tarihi verilmiştir.
Düne kadar yapılan bütün
değişiklikleri, içeriden ve dışarıdan alkışlayanlar, nedense bugün aşağılayıcı
bir üslupla itiraz etmekteler. Diyorlar ki; “136
değişikliğe rağmen bu bir darbe anayasasıdır… Milli iradenin yaptığı bu
değişikliklerle de, yamalı bohçaya döndü... Sistematiği bozuldu… Bütünlüğü
kalmadı…” Ama esas değişmesi gereken ‘anayasanın ruhu’ kaldı… Bu amaçla “ ‘demokratikleşme’ ”, ‘özgürleşme’ ve “ ‘insan haklarına dayalı’ “ ‘yeni’ ” bir anayasaya ihtiyaç
vardır.”
Burada bir parantez
açalım ve bir tespitte bulunalım. Çok
partili demokrasilerde rejimin temel kurumu olan partilerin bünyelerinde,
demokrasi kurum ve kurallarıyla işlemiyorsa, o ülkede gerçek bir demokrasiden
bahsedilemez. Mesela; İktidar partisi tek adam zihniyetiyle yönetiliyor. Bu
zihniyet kaldıkça anayasalara ne yazılırsa yazılsın, değişen bir şey
olamaz. Nitekim mevcut Anayasa ve Siyasi
Partiler Kanunu, partilerin demokratik esaslara göre yönetilmesini istediği
halde, buna itibar edilmiyor. Rejimin
ruhu demek olan bu konuda samimiyet böyle olunca, “demokratikleşme” ve
“özgürleşme” sözlerinin sadece kitleleri aldatmaya yönelik olduğu açıklık
kazanıyor.
Parantezi kapatıp şu “yamalı bohça”, “sistematik” ve “bütünlük” bozuldu meselesine dönelim.
Fütursuzca denilmek isteniyor ki; 1987’den beri milli irade, hep yanlış
yapmıştır. İyi de neden? Acaba meclislerin kabiliyeti mi yetmemiştir? Eğer
böyleyse şimdiki Meclisin ehliyetine nasıl güveneceğiz? Bunun için elde bir
delil var mı? Hayır. Samimi değiller,
çünkü mesele başka. Üstelik AKP dönemi
hariç Anayasa değişikliklerinin tamamı Meclis’teki partilerin uzlaşmasıyla
olmuştur.
Egemenliğin içi boşaltılıyor
Bu beyanlara, “Yeni” Anayasa’ya gerekçe hazırlamak için başvuruluyor. Mesele çok açık. Bunun
için Anayasa’nın “ruhu” denilen ve
Anayasa’dan çıkarılmak istenen
maddelere bakmak yeterlidir. Başlangıç bölümünde; “Türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk Devletinin
bölünmez bütünlüğünü egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğunu…
Türk Milleti tarafından demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet
sevgisine emanet ve tevdi olunur.”
·
66. Madde: “Türk Devleti’ne
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”
·
4. Madde: “Anayasa’nın 1.
Maddesindeki Devlet’in şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2.
Maddesindeki Cumhuriyet’in nitelikleri ve 3. Maddesi hükümleri değiştirilemez
ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
·
6. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk
Milleti’nindir.”
·
42. Madde: “Türkçeden başka
hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri
olarak okutulamaz ve öğretilemez.”
Burada bir parantez açıp, 66. Madde üzerinde
durmalıyız. Metinde geçen “Türk Devleti”
ibaresi “bir ırkı” çağrıştırdığı
iddiasıyla, ısrarla çıkarılmak isteniyor. Hâlbuki burada, Türk olmak için esas
alınan “ırk” değil, ”vatandaş”
olmaktır. Bu esas, milli devletin temelini teşkil ettiği için çok önemlidir.
Devlet yapımızın kilidi gibidir, asla değiştirilmez.
Burada, vatandaşlık ve milli egemenlik konusunda
demokratik batıdan çok çarpıcı iki örnek vereceğiz.
Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası’ndan
“Madde 116: Alman vatandaşlığı.
(1) Bu anayasadaki anlamda Alman, diğer yasal düzenlemeler saklı
kalmak üzere, Alman vatandaşlığına sahip olanlar veya Alman soyundan olup 31
Aralık 1937 tarihindeki Alman İmparatorluğu sınırları içinde kabul edilmiş olan
mülteci veya sürgün edilmiş olanlar ile bunların eşi veya füruu.
(2)
30 Ocak 1933 ve 8 Mayıs
1945 tarihleri arasında siyasi, dini veya ırki nedenlerle vatandaşlıktan
çıkarılanlar ve bunların füruu, başvuruları üzerine tekrar vatandaşlığa
alınırlar. Bunlar, 8 Mayıs 1945’den sonra Almanya’da yerleştikleri ve aksine
bir istekte bulunmadıkları takdirde vatandaşlıktan çıkarılmış sayılmazlar.” (8)
Fransa Anayasası’ndan:
Başlangıç: (28 Ağustos 1789 Fransız İnsan ve
Vatandaşlık Hakları Bildirgesi)
“Her egemenliğin özü, esas itibariyle millettedir; hiçbir heyet,
hiçbir fert, açıkça milletten gelmeyen herhangi bir otoriteyi kullanamaz.”
“Ülkenin bütünlüğüne zarar verecek hiçbir değişikliğe girişilemez
ve böyle bir usul sürdürülemez.”
“Millet, milli mensubiyetlerden husule gelen külfetler karşısında,
tekmil Fransızların dayanışmasını ve eşitliğini ilan eder.” (1946 Anayasası’ndan)
“Cumhuriyetin dili Fransızcadır.” (Madde 2)
“Milli egemenlik Fransız halkına aittir”(11) (Madde 3)(9)
Bu iki örnekte de,
milletin adı; Alman ve Fransız’dır. Bütün devletlerde olduğu gibi. Kurucu
iradenin ve egemenliğin sahibinin “millet”
olduğu gerçeği, Fransız İnsan ve
Vatandaşlık Hakları Bildirgesi ile bütün
dünyaya ilan edilmiştir.
Bütün bu gerçeklere ve Türk Milleti’ne rağmen,
Türk kimliğinin değiştirilmesi için komik gerekçeler icat edilmektedir. Bunlara göre; “Türk” milletin değil bir etnisitenin adıdır. Devletin üst kimliği
Türk etnisitesi olunca; diğer etnik gruplar inkâr edilirmiş, dışlanırmış,
ayrımcılık yapılırmış! Çatışma ve terör de buradan çıkıyormuş! Bunun yerine üst kimlik Türkiye vatandaşlığı
olmalı, egemenlik karşısında her sosyal grup eşit siyasi konuma getirilmeli,
böylece barış sağlanmalıymış! Son olarak da,
“akan kanı ve terörü durdurmak” iddiasıyla, İmralı’da PKK başı ile varılan “mutabakat” da, aynen böyle değil mi?
Anayasaya “Türk” ve “Kürt” adı
yazılmayacak, yerel yönetimlerin yetkisi, özerkliği ve ana dilde eğitimi
kapsayacak şekilde düzenlenecekmiş!
Böylece devleti kuran,
meşruiyetin ve gücün kaynağı “Türk Milleti”
yerine, coğrafyanın adı olan “Türkiye” ve sosyolojik muhtevası olmayan “vatandaşlık” getirilecektir. Böylece Türk Devleti ortadan kaldırılmış
olacaktır. Neticede, Fransız Devleti,
Alman Devleti, İspanyol Devleti, Amerikan Devleti, Yunan Devleti olacak, ama
Türk Devleti olmayacak öyle mi?
“Halklara özgürlük” stratejisini BOP devraldı
“Halklara özgürlük” sloganını 1965-1980 döneminde Sovyetler Birliği yandaşı
işbirlikçiler çok kullandı. Bu amaçla mitingler yaparlardı. Her fraksiyonun
çekirdeğinde, “Kürtçü”ler de
bulunurdu. Ne tesadüf ki, aynı sloganı şimdi biraz rötuşlayarak AKP’liler,
küreselciler, II. Cumhuriyetçiler, dinci
ırkçılar ve Stalinist PKK’lılar kullanıyor. Bir ve bütün olan Türk halkı dün “halklara özgürlük” diye bölünmek
isteniyordu, bugün bu iş “etnisitelere özgürlük” siyasetiyle
yürütülüyor.
Ancak şimdi durum çok
değişti. İktidar, “ümmet ve yeni
Osmanlıcılık” gibi halka hoş gelen söylemlerle; BOP, AB, PKK ve
işbirlikçilerin desteğiyle devletin temellerini yıkmaya devam ediyor. Tehlike
çok büyük!..
Nereden nereye?
Sovyetlerin Türk Milleti’ni bölerek
ele geçirme stratejisini, BOP devralmıştır. Sadece Türkiye’de değil, bütün
İslam ülkelerinde, aynı siyaset uygulanıyor.
Demek ki fitnenin ve vahşetin kaynağı, komünistiyle, kapitalistiyle
emperyalizm imiş!
“Yeni” Anayasanın da buna göre, Türk Devleti’ni ve Türk Milleti’ni
dağıtacak şekilde hazırlanmakta olduğu anlaşılmaktadır. Aceleleri olmalı ki,
anayasanın çıkmasını beklemeden, ülkeyi etnik parçalara ayıracak kanunlar,
İmralı “mutabakatı”na göre peş peşe
çıkarılmaktadır.
Osmanlı ve yüce dinimiz alet ediliyor
Devletimizin tasfiyesine
karşı halkın tepkisini kırmak için sığındıkları iki değerimiz, Osmanlı ve yüce
dinimizdir. Mesela; “Osmanlı herkesin
devletiydi, ama T.C. öyle değil… Atatürk
ve arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni sadece Türklerin devleti olarak
kurdu, diğerlerini, Kürdü, Arabı,
Lazı vs. yok saydı, inkâr etti, Türkiye’nin temel meselesi budur, bunu çözmek
istiyoruz.”
Evet, mesele dönüp
dolaşıp, Türk Devleti’nin
paylaşılmasına geliyor. Bu belli de, “Osmanlı’da
böyle değildi” yalanı çok önemli. Bu hususun üzerinde durmalıyız. Çünkü meselenin özü buradadır.
Osmanlı’nın egemenlik
anlayışına bakalım:
Bugünkü tartışmaları bire bir Osmanlı da yaşadı. Devletin kimliği ve dili açısından bugün
iddia edilenler, o dönemin adeta kopyası gibidir. Demek ki biz bu filmi daha
önce de görmüşüz. Ama ders almadığımız ve tarih şuurundan mahrum olduğumuz
için, başımız yine belada.
Bugüne kadarki; 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları sıfırdan
yapılmıştır, ama devletin Türk Milleti’ne ait olduğunu gösteren kurucu hükümler
hep aynı kalmıştır. Aynı kalması da kaçınılmazdı. Zira devletin kurucusu hep
Türk Milletiydi. Anadolu Beylikleri, (Bu dönemde bile
etnik grupların egemenliği yoktu.) Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti,
tek başına Türk Milletinin devletiydi ve ortağı da yoktu.
Meşrutiyet dönemini hatırlayalım. Sultan Abdülhamit Han Padişah. 1876’da
ilan edilen Kanunu Esasi tartışılıyor. Entrikalar birbirini kovalıyor. Anayasa için üç ayrı
komisyon kuruluyor. Mithat Paşa’nın
başkanlık ettiği komisyonun devletin diliyle ilgili teklifi, “yeni ve sivil” anayasa diyenlerle
aynı. Okuyalım: “Osmanlı halkının her biri, kendi lisanı üzere talimi tekellümde
serbesttir.”(10)
İlginçtir, anayasa
çalışmalarının arkasında o gün de Batılı güçler vardır. Basın yoluyla kamuoyunu
yönlendirmek, çıkarlarına uygun bir anayasa yapılmasını sağlamak için
işbirlikçi devlet adamlarını desteklemekteler. Birkaç misal verelim:
İngiltere’de yayımlanan
15.11.1876 günlü Westminster Gazette’nin haberine bakalım:
“İstanbul’daki Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin anayasa
hazırlıklarında verdikleri destek, Türkleri bir kere daha medeniyet kapısından
içeri sokacaktır. Anayasanın, üzerinde müzakereler yapılan bir maddesine göre,
Osmanlı Devleti’nin çeşitli milliyetleri bundan sonra artık kendi dilleri ile
okuyacaklar, yazacaklar ve devlete başvuruda bulunacaklardır. Böylece çok yakın
zamanda, her milliyetin kendi muhtar idaresine kavuşması da imkân dâhiline
girecektir. Türk asıllı olmayanlar, geri kalmış bir kültür olan Türkçenin
engellerinden kurtulacaktır.”(11)
Bu yazının sonundaki
imzanın sahibi ise, “Evangelos Petridis,
Heybeliada Ruhban Okulu Müdürü ve Patrik Yardımcısıdır.”
Bugün Ruhban Okulunu
açmaya çalışanlar, PKK’nın siyasi ve demokratik çözüm (!) talebini savunanlar, “Kürt sorunu” güçle değil, ancak siyasi
diyalogla çözülebilir dayatmasını yapan, dış güdümlü işbirlikçiler meselenin
köklerinin nerelere kadar gittiğini anlamak için bu haberi iyice okumalıdırlar.
Anayasa ortak komisyonda
müzakere edilirken, Trablusşamlı Bahattin Dai Efendi şu teklifi yapar:
“Peygamber efendimiz Arapça konuşur. Her padişah Türkçenin
kısırlığının kurbanı olmamak için, Arapça öğrenir. Anayasayı bu çeşitli
halklara nasıl Türkçe olarak anlatabilirsiniz? O halde her unsurun kendi
mektebi, kendi gazetesi, kendi kâtibi ve kendi dairesi olması gerekir.” (12)
Görülen o ki, o zaman
da, günümüzde olduğu gibi, devletin kurucusu olan Türk Milleti’ne karşı, Müslim-Gayrimüslim aynı safta
yer alabilmişler. Bugün de aynı olması anlamlı değil mi?
Sadrazam Mithat Paşa,
Nafıa Müsteşarı Ermeni Odyan Efendi’yi,
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby’ye gönderip desteğini ister. Odyan Efendi; “Bu
anayasa Hıristiyan ve diğer uyrukluların hukuklarını daha fazla temin
edecektir. Bu konuda istediğiniz güvenceyi hükümetim kabul edecektir. Anayasayı
Avrupa hükümetleri tarafından garanti altına almanızı teklif ediyorum…”
der. Bu talep Osmanlının içişlerine açıktan karışmak olarak görüldüğünden kabul
edilmez. (13)
136 yıl önce yaşanan bu
ibret verici acı gerçekler, bugün de aynen tekrarlanıyor. İçeride ve dışarıda işbirliği halinde,
devletimizin temellerini oymaya, egemenliğimizi paylaştırmaya ve Türk
Milleti’ni aldatmaya çalışıyorlar.
Devam edelim. Anayasa
hazırlama komisyonu uzun tartışmalardan sonra orta yolu bulur. Taslağın 18.
Maddesi şöyle olur: “Osmanlı ülkesinde
yaşayan unsurların her biri kendilerine ait dil ile eğitim ve öğretimde
muhtardır. Fakat devlet hizmetinde bulunmak için devletin resmi dili olan
Türkçeyi bilmek şarttır.” (14) Yani resmi dil Türkçe, ama unsurların
diliyle eğitim ve öğretim serbest olacaktır.
Bu öneriler bugün de
aynen önümüze konuyor. Koca Osmanlı’yı halletmişler, demek ki şimdi sıra
bugünkü devletimize gelmiş oluyor. Tarih tekerrür ettirilmek isteniyor.
Bu metne sadece Eğinli
Sait Paşa itiraz eder ve Sultan Abdülhamit Han’a bir layiha (rapor) verir. Durumu yakından takip eden Sultan
Abdülhamit Han, Mithat Paşa’yı
çağırtıp, şu uyarıda bulunur:
“Bilmeliydiler ki Paşa, nasıl Kur’an-ı Kerimi Arapça okumaktan
vazgeçmezsem, devletimin toprakları üzerinde de, Türkçe konuşulmasından ve Türk
lisanından başkasını kabul edemem. Böyle bir maddenin yer alacağı Kanun-u
Esasi’yi bana getirmeyin.” (15)
Padişahın kararlı tutumu
üzerine madde düzeltilir. Ama dil tartışmaları mecliste de devam eder. 12.
oturumda Suriye Milletvekili Nevfel, Erzurum Milletvekili Ermeni Hanazap ve
İstanbul Milletvekili Vasiliki Efendi, devletin dilinin değiştirilmesi amacıyla
ortak bir teklif hazırlar. Buna göre; “Osmanlı
Devleti’nin resmi dilinin Türkçe olduğunu belirten madde değiştirilmeli ve
resmi dil olarak Türkçe ile beraber Rusça ve Ermenice de kabul edilmelidir.” (16)
Önergeyi gören Meclis
Başkanı Ahmet Vefik Paşa öfkeyle;
“Bu ne vicdansızlık ve bu ne vefasızlıktır!.. Sizler hala
evinizde, okullarınızda, kitaplarınızda kendi dilinizle yazıyor ve
konuşuyorsanız, bu imkânı bu devletin alicenaplığına borçlusunuz. Teklifinizi
vermemiş olun. Ben de duymamış olayım” (17) diyerek
işleme koymaz.
Bugün de, Mithat
paşalar, Odyan efendiler, Nevfel efendiler, Hanazap efendiler,
Vasiliki efendiler görev başındadırlar. Ancak Sultan Abdülhamit Han gibi bir devlet başkanımız, Ahmet
Vefik Paşa gibi bir Meclis başkanımız, Sait Paşa gibi bir devlet adamımız var
mıdır? Gerçekler ortada…
Evet, demek ki değişen
bir şey yok. Emperyalistler de, işbirlikçileri de aynı. Haçlılar gemi azıya
almış merhametsizce saldırıyor.
Birinci olarak; şu çarptırılan kavramlar meselesi ile devam edelim.
“Osmanlı herkesin devletiydi” diyorlar, bu ifade bireyler için
söyleniyorsa doğrudur. Türkiye Cumhuriyeti de herkesin devletidir. Ancak söz konusu “egemenlik” ise yanlıştır. Zira egemenlik millete, Türk Milletine
aittir. Bireye değil. Birey egemen değil, hür olur. Doğru cümle; “Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de
herkesin devletidir. Egemenlik ise, her ikisinde de Türk Milletinindir”
şeklinde olmalıydı.
İkincisi olarak; “Demokrasi”, “özgürlük” ve “eşitlik” gibi kavramlar, bütün dünyada
bireyler/vatandaşlar için kullanılır. Etnik, ırk, din, felsefi görüş, cinsiyet, sosyal sınıf gibi
topluluklar için söz konusu edilemez. Çünkü en basitinden, bunların küme adına
hareket etmesi, oy kullanması, hukuk önünde eşitliği, özgürlüğü ve demokratlığı
olmaz. İnsanlık kümelerin eşitliğini sağlayacak hukuki kriterleri bulamamıştır.
Ama bireylerin eşitliğini sağlayacak kriterler sözleşmelerle ortaya
konulmuştur. Bireylerin eşitliği, kümelerin eşitliğini de sağlar.
Toparlarsak; Büyük Atatürk
ve arkadaşlarının, Osmanlı Devletinin
devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini, aynen Osmanlı Devletinde olduğu
gibi, Türk Devleti olarak kurması, son derece isabetli ve gerçekçi olmuştur.
Asırlardan beri süren Türk egemenliğinin ve çağın gereği de buydu.
Soruyoruz; “Etnik gruplar yok sayıldı, inkâr edildi,
devlete ortak yapılmadı. Osmanlı böyle değildi” dayatması üzerine “yeni” anayasa peşinde koşanlar, acaba
yaptıklarının ne manaya geldiğini vicdanları önünde hiç sorguluyorlar mı?
Bu gerçek dışı iddia,
Türk Milletini bir bütün olarak görmek istemeyenlerin zihniyetinin
ürünüdür. Sosyal gruplar Türk Milleti’nin parçası ve unsurudurlar. Bireyleri
eşittir. Uluslararası hukuk ve dünya düzeni de böyledir.
TBMM veya siyasi iktidar “yeni”
anayasa yapabilir mi?
TBMM veya parti
iktidarları, ihtiyaç halinde Anayasayı ıslah edici değişiklikler elbette
yapabilirler. Hatta görevleridir. Bunda ihtilaf olamaz. Ancak, Türk Milletinin
asırlardır devam eden egemenliğini değiştiremezler. Çünkü bu egemenlik, binlerce
yıl öteden başlayan, bugüne ve yarına akıp giden Türk Milletine ait bir hayat
hakkıdır. Bu hakkın ortadan kaldırılması, Türk Milletinin yok edilmesine
denktir… Millete düşmanlıktır. Türk Milleti var oldukça, Türk’ün egemenliği de
yaşayacaktır.
Konuyu teknik yönüyle
ele alan değerli hukukçu Prof. Dr. Çetin Yetkin şu analizi yapıyor:
“Yeni bir anayasa yapılıp yürürlüğe girinceye kadar, eskisi
yürürlükte kalacaktır. O halde, yapılacak tüm işlemler yürürlükteki anayasaya
uygun olmalıdır. Bu açıdan 1982 Anayasası’na bakarsak, her şeyden önce, 11/1.
Madde hükmünün şöyle olduğunu görürüz
6. Maddenin 2. fıkrasında denilmektedir ki, ‘Hiçbir kimse veya
organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.’ Anayasa
Yapmak hiç kuşkusuz, bir devlet yetkisinin kullanılmasıdır. O nedenle, ilk
olarak TBMM’nin Görev ve Yetkileri başlığını taşıyan 87. ve sonraki maddelere
baktığımızda Meclis’in tüm yetkileri tek tek sayıldığı halde böyle bir yetkinin
tanınmadığını görüyoruz. İdare ile ilgili 123. ve sonraki maddelerde de böyle
bir yetki söz konusu değildir.
1982 Anayasası’nın 175. Maddesi Anayasa maddelerinin nasıl
değiştirilebileceğini hükme bağlamıştır. Başka bir deyişle, Anayasa’da
yapılacak herhangi bir “değişiklik”, yine Anayasa’nın belirlediği biçimde
yapılabilecektir. Nitekim şu ana değin hep böyle yapılmıştır. Ancak, burada söz
konusu olan “maddelerde değişiklik”tir.
Sıfırdan yeni bir anayasa değildir.
1982 Anayasası’nın 4. Maddesi, ilk 3 Madde hükmü değiştirilemez ve
değiştirilmesi teklif edilemez” dediğine, 2. Maddesi “Başlangıç”ta belirtilen temel ilkelere
dayandığına, bu ilkelerde “…egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait
olduğu” kaydedildiğine göre, devletin kuruluş esasları asla değiştirilemez. (18)
Yeni bir anayasa hazırlama ihtiyacı 1908 yılında da gündeme gelmiş, ancak
1908-1912 Meclis-i Mebusan’ı kendini kurucu meclis olarak görmediğinden böyle
bir yetkisinin olmadığı dikkate alınarak mevcut anayasada bazı değişikliklerle
sorun çözülmeye çalışılmıştır..(19)
Bu hukuki tespitlerden
sonra tekrarlayacak olursak; Anayasanın ruhu değiştirilemez. 61 ve 82 anayasaları da, bu temel gerçeğe
saygılı olmuştur. Türk Devleti’nin kimliğini hiçbir güç yok edemez.
Haçlı seferlerinin bugünkü adı BOP
Bilindiği gibi Büyük
Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP),
bölgenin 22 İslam ülkesinin sınırlarını,
emperyalist Batının ihtiyacına göre yeniden şekillendirmeyi amaçlıyor. Bu belirleme ise; ülkelerin durumuna göre
değişik yollardan, değişik araçlarla yapılmaktadır. Irak’ta askeri güç
kullanılarak; Libya, Tunus, Mısır, Suriye gibi ülkelerde iç isyan ve
çatışmalarla; Türkiye’de “demokrasi,
özgürlük, eşitlik” siyasetiyle yürütülmektedir. İşbirlikçiler, PKK terörü, AB üyeliği ve “ABD
stratejik ortaklığı el ele çalışmaktadır.
Bu çerçevede gelişmelere
bakıldığında, ABD, AB ve PKK’nın, “yeni” bir anayasa istediği açıkça
görülmektedir. İstemekle de kalmamakta, terör dahil her yönden saldırmaktadır.
Devletimizin milli (bir millet) ve
üniter/tekil (tek merkezden yönetim) yapısı
bozulmadığı sürece de, bölünmesi mümkün değildir.
Bunun için millet ve
devlet yapısı dağıtılmaya çalışılmaktadır.
Bu hedefe ulaşılırsa, daha sonraki bir vadede devamı da gelecektir. O
da, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparılacak parçalar üzerinde “Büyük Kürdistan”ın kurulmasıdır.
Tarih şuuruna sahip
olanlar meselenin burada da bitmeyeceğini, bin yıldan beri devam eden haçlı
emellerinin gereği olarak, Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesi ve eritilmesiyle, bu
topraklarda “Büyük
Ermenistan-İsrail-Yunanistan” gibi egemenliklerin kurulmasına kadar devam
edeceğini bileceklerdir. Bu son safha ne kadar sürer bilinmez.
Haçlı/BOP saldırısının delilleri
· Büyük Ortadoğu ve
Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP)’un resmi haritasına bakıldığında her şey
ayan beyan görülecektir. Tereddüdü olanlar, “Sevr
haritasını” ve “Sevr Antlaşması”nı
da hatırlayabilirler. Bunların Barzani Yerel Yönetimi haritasıyla nasıl
örtüştüğünü göreceklerdir.
· R. Tayyip Erdoğan 2004 yılında, daha
yolun başında açıklıyor: “Türkiye'nin
Ortadoğu'da bir görevi var. Nedir o görev? Biz Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika
Projesinin Eşbaşkanlarından bir tanesiyiz. Ve bu görevi yapıyoruz biz… Diyarbakır'a
çok farklı bakıyorum. Yani Diyarbakır istiyorum ki... şu anda... yani
Amerika'nın da hani düşündüğü... Büyük Ortadoğu Projesi var ya... Genişletilmiş
Ortadoğu... yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir... bir merkez
olabilir... Bunu başarmamız lazım.”(20)
· ABD’nin PKK terörünü
nasıl desteklediğini bilmeyen yoktur. PKK’yı Irak’ın kuzeyinde barındırdığını,
eğitim ve lojistik ihtiyaçlarını karşıladığını, yakinen biliyoruz. Besleyip
üstümüze saldığı, binlerce insanımızı katleden terör örgütüyle “siyasi çözüm” adına egemenliğimizi
paylaşmamız için alenen dayattığını da biliyoruz.
· 1998’de toplanan AB Bakanlar
Komitesi’nin kararı şöyleydi: “Kürt
sorunu’ siyasallaştırılarak,
uluslararasılaştırılarak ve halkların hukukuna göre çözülecektir.” 13 yıldır yaşananlar, aynen böyle seyretmiyor
mu?
· PKK’nın yan kuruluşu
İnsan Hakları Derneği (İHD)’nin imzasını taşıyan 320 sayfalık, 1998’de
hazırlanan “Kopenhag Siyasi Kriterleri ve
Türkiye (Mevzuat Taraması) kitap(19),
o sırada İstanbul’da bulunan AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komiseri
Verheugen’a elden teslim edilmişti. (Bu
bilgiler kitabın giriş bölümünde verilmektedir.)
· Bir yıl sonra, Aralık
1999’da Türkiye’ye AB adaylık statüsü verildi. 2000 yılından itibaren de uyum
adına önümüze konan yol haritasındaki ve ilerleme raporlarında yer alan siyasi
şartlar, inanılır gibi değil, ama bu kitaptan alınmıştır.
· Kitapta; Türk Milletinin
ve devletinin bütünlüğünün çözülüp, etnik/ırk gruplarına göre, çok ortak bir rejime nasıl geçileceği,
ayrıntılarıyla inceleniyor. Kanunlardan “Türk”, “Türk
Milleti” ve “milli” kavramlarının nasıl çıkarılacağı, Anayasa maddelerinden
hangilerinin nasıl değiştirileceği, genel af, 66. Maddeden Türk kimliğinin
çıkarılması, anadillerde eğitim, öğretim
ve yayın gibi düzenlemelerin; adı ister AB süreci olsun, ister “PKK açılımı” hepsi mevcuttur.
Gerçekler bu kadar
açıktır.
O halde, devletimizi,
milletimizi ve vatanımızı muhafaza için hepimize görevler düşmektedir. Başından
itibaren anlatmaya çalıştığımız da budur.
Tarafların konumu
Uzatmadan Türk Milleti
adına soralım, acaba siyasi iktidar, Türkiye’nin “demokratikleştirilmesi” denilen bu projenin neresinde duruyor?
Bunun cevabı Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarında mevcuttur. “Abaza’sıyla,
Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla bir milletiz. Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığı kimseyi rahatsız etmemeli. Üst kimliğimiz Türkiye vatandaşlığı
olmalıdır” (20) söylemini her vesileyle tekrarlıyor.
Eğer bu cümle şöyle
kurulsaydı mesele olmayacaktı: “Biz
Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla,
Roman’ıyla, Arnavut’uyla hepimiz Türk Milletiyiz. Türk Devletinin eşit vatandaşıyız.
Bu kimseyi rahatsız etmemeli.” Ama böyle söylenmiyor.
Devletin kimliği
konusunda PKK’da aynen böyle söylüyor. Diyor ki: “Türkiyelilik üst kimliği çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı
esas alınmalıdır.”(21)
Arada fark var mı?
Başbakan’ın Gaziantep
konuşmasın daha açık. Aynen; şöyle: “Millet
dediğiniz zaman zannediyor ki millet sadece Türk. Hayır, millet sadece Türk
değildir. Milletin içinde Türk'ü de vardır, Kürt'ü de vardır, Laz'ı da vardır,
Çerkez'i de vardır, Abaza'sı da vardır. Onun için 'tek millet' diyoruz ve bunu
biz genişleterek ne dedik? 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı çatısı altında bu
milleti toparlayalım.”(22) şeklinde ifade ediyor. Bu “halklara özgürlük” değil mi?
Bir ve egemen olan Türk
Milleti, açıkça inkâr ediliyor. Birçok
parçaya ayrılıyor. Aslında bu, milli-üniter devletimizin yıkılması demektir. Bu
anlayış yeni değildir. Osmanlı devrinde de, İngilizlerin adamı Prens Sabahattin
ile Hürriyet ve İtilaf Partisi, Osmanlı
Devletine “Ademi Merkeziyet ve
liberalizm” sistemini kabul ettirmek için çok uğraştı, ama başaramadı.
Konuyla ilgili olarak
daha da ayrıntılı bilgi vermek için, “2. Cumhuriyet Tartışmaları” adıyla 1993’te yayınlanan kitaptan, Erdoğan
ile yapılan röportajı okumalıyız. Buradaki sorular ve cevaplar şöyle:
RTE: Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27
etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye’de
yaşayan herkesindir. (Buradaki “herkesin”
sözünden bireyleri değil, etnik/ırk gruplarının küme kimliğini anlamak lazım.
SS)
Soru: Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler.
RTE: Bu durumda belki Osmanlı Eyaletler (özerklik. SS) sistemi benzeri bir şey yapılabilir.
Soru: Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse
RTE: Bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa
kurar. Ama kudreti yoksa…
Soru: Buna hakkı var mıdır? Kudreti olmayabilir…
RTE: Bu hakkı kimden isteyeceği önemlidir.
Soru: Hak istenmez. O hak meşrudur ya da değildir. Burada sorulan o;
meşru mudur?
RTE: Coğrafi bütünlük içerisinde evet, ama coğrafi ayrılık içerisinde
hayır.
Soru: Coğrafi bütünlükten kastınız misak-ı milli sınırları mı?
RTE: Ona orda hudut tayin edemem.
Soru: O zaman bu hak da meşru değildir diyorsunuz.
RTE: Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum.
Soru: Ama bağımsız bir devlet olarak tasarlayamam diyorsunuz.
RTE: Tasarlayamam çünkü bu coğrafyanın mücadelesini veren sadece
Kürtler olmamıştır ki!
Soru: Ama o coğrafyada yaşayan insanların böyle bir talebi olduğunda… “Biz kendi kimliğimizle, bayrağımızla,
Kazakistan, Özbekistan gibi bir ülke olmak istiyoruz” derlerse, siz bu
hakkı meşru bulur musunuz; bunu öğrenmek istiyorum!
RTE: Onu meşru olarak görmüyorum. (23)
Bu röportajda; “Kürtler bağımsızlık isterlerse”
sorusuna verilen “Coğrafi bütünlük
içerisinde evet” ve “coğrafi bütünlükten kastınız misak-ı milli
sınırları mı”? sorusuna verilen “Ona
orda hudut tayin edemem” cevabı daha da ileri hesapların olduğunu
düşündürmektedir.
Röportajın özeti; İşte size, “çok
ortaklı devletin” temeli
Erdoğan’ın hedefi gayet
açık. Bu gün de bunları savunuyor. Türkiye
sadece Türklerin değil, 27 etnik gruba aittir. Atatürk devleti Türklere göre
kurmakla yanlış yapmıştır” gibi söylemlerin tamamı, bu iddialardan
kaynaklanıyor. Soyu, boyu, aşireti ne olursa olsun hepimizin, bir olan Türk Milletinin eşit, şerefli
evlatları olduğumuz gerçeği inkâr ediliyor. Hatta Selçuklu, Osmanlı da dâhil,
bu topraklardaki bin yıllık ortak tarih ve medeniyetimiz de yok sayılıyor.
Bölücü terör örgütü
PKK’nın başı APO’nun, “Türkiye
vatandaşlığı” ve “coğrafi bütünlük
içinde kalarak” çözüm dediği,
“Demokratik Cumhuriyet Projesi”,(24) (İki kimlikli, iki dilli, iki özerk bölgeli
cumhuriyet) de böyle değil mi? Habur, Oslo ve İmralı mutabakatı da bu gerçeği teyit
etmiyor mu?
Zannederiz ki bu
değerlendirmeler, “yeni” anayasa ve ”yeni” Türkiye adı verilen toplum
mühendisliği çalışmasında, siyasi iktidarın konumunu belirlemeye yetecektir.
İşte biz buna bölünme
diyoruz. Ama bu görüşü savunanlar; milli devletten vazgeçip, çok ortaklı devlet
kurulunca, ülke büyüyecek, bu herkesin menfaatine olacaktır. “Milli Birlik ve Kardeşlik” tesis
edilecek, ülkeye “barış ve eşitlik”
gelecek diyebiliyorlar. Sanki bu devasa boyutlu çalkantılar, “çocuk oyuncağı” ve bu yayılmayı
emperyal güçler seyredecekmiş gibi. Şu anda Suriye’de süper güçler
restleşmiyormuş, sanki Saddam Kuveyt’e böylesine telkinlerle sokulmamış
gibi.
Geçmişte kanlı bir
şekilde dağılan Yugoslavya’dan,
emperyalistlerin zorla, kanla ve katliamla kurduğu bugünkü bölünmüş
Irak’ın başına gelenlerden ve Libya ile Suriye’de yaşanan vahşetten ibret
alınmadığı hayretle ve dehşetle görülmektedir.
Sözün burasında yine
soralım: Acaba iktidar, BOP ve PKK ile
aynı görüşte denebilir mi? Hayır. Bir yol arkadaşlığından bahsedilebilir.
Anlaşıldığı kadarıyla “çok ortaklı etnik
federasyona” geçilince, siyasi iktidarın projesi tamamlanıyor, yol
bitiyor, devam etmiyor.
Ama PKK ve BOP’un yolu
devam ediyor. PKK’nın yolu “Büyük Kürdistan”, BOP’un yolu, “Büyük Ermenistan”, “Büyük İsrail” ve “Büyük Yunanistan” kuruluncaya kadar
devam ediyor.
Unutmayalım ki, bütün
bunlar bin yıllık haçlı seferlerinin değişmeyen emelidir.
“Çok ortaklı etnik bir devlet” kurdurularak, ülkemiz kanlı bir iç çatışma
tuzağına düşebilecektir. Bu gidiş neden görülmüyor? Komşularımızın başına
gelenlerin, tuzağa düşürülmüş Türkiye için daha da vahim sonuçlar doğuracağı,
neden kestirilemiyor? BOP’a göre,
ülkemiz böylesine kanlı bir iç çatışmaya sürüklendiğinde, Allah korusun, “Büyük Kürdistan”a geçiş
yapılacaktır. Bu bölünmek demektir,
sonucu iç çatışmadır. Ülke bu kaosta
çırpınırken, haçlılar yola devam edecektir.
“Büyük Kürdistan” kuruldu diyelim, bu ortamda durumu ne olacaktır? Haçlının asıl
hedefi, bu topraklarda Türk-İslam medeniyetini yok etmek olduğuna göre, cevabı
açık değil mi?
SONUÇ
Anayasalar ve yasalar
donmuş metinler değildir. İhtiyaca göre geliştirmeye ve değiştirmeye muhtaçtır.
Ancak; bütün bunlar devletin milliliği
ve milletin egemenliği ile oynanmadan, yapılmalıdır. Esasen temellerimizi
yok edecek böyle bir yıkıma, kurucu irade, anayasamız, tarih şuuru ve
sorumluluğumuz, kültürümüz ve egemenlik hakkımız izin vermez. Hiçbir iktidarın
ve meclisin de böyle bir yetkisi yoktur. Çünkü bu ana yapı asırlardan beri
gelen ve bedeli ödenmiş kutsal bir emanettir.
Buna rağmen devletin
temelleri değiştirilirse, kanaatimizce bu silahsız darbe olur.
Çünkü devletin birinci
görevi; Türk Milletinin birliğini, vatanın bütünlüğünü ve devletin
bağımsızlığını korumak ve yaşatmaktır. Tarihin derinliklerinden gelen
egemenliğini yok etmek ve ülkenin bütünlüğünü bölmek değildir. Hiçbir merci
ülkenin bir parçasını, mesela Doğu Trakya’yı Yunanistan’a veriyorum diyemez.
Böyle bir durum vaki olduğunda, Anayasa hukukçularının söylediği “milletin direnme hakkı” doğar. Bu ilke
konusunda Alman Anayasası şöyle diyor: m.20/4 : “Bu anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, başka bir
çözümün bulunmaması halinde, bütün Almanlar direniş hakkına sahiptir.”(25)
1982 Anayasamızın
Başlangıç bölümünün son cümlesi şöyledir; “Türk
Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet
sevgisine emanet ve tevdi olunur.”
Eğer maksat samimi
olarak anayasamızı daha “demokratik”,
“özgürlükçü” ve “temel insan
haklarına saygılı” hale getirmek ise, bu mümkündür. Bunun için milli
kültürümüzde, parçası olduğumuz uluslararası hukukta buluşmak yeterli
olacaktır. Acele etmeden, en geniş manada uzlaşarak çalışmaya başlanmalıdır.
Bu bakımdan, Birleşmiş
Milletler Şartı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ve bu çerçevede geliştirilip imzalanmış olan uluslararası bütün
sözleşme ve anlaşmalar bize yardımcı olacaktır.
Böyle bir düzenin
kurulabilmesi için de, önce yargının gerçekten bağımsız ve tarafsız olması,
hukuk devletinin teşkili şarttır. Bu
yapı oluşturulmadan; devlet ve millet adına hiçbir adil düzen kurulamaz. Demokrasi ve özgürlükten, hür medya ve haberleşmeden,
katılımcılıktan, özellikle partilerin demokratikleşmesinden, toplumda
korkusuzca yaşamadan, insan temel hak ve özgürlüklerinden, inanç, ibadet,
düşünce ve ifade hürriyetinden, nasıl bahsedilebilir?
Umulur ve temenni edilir
ki, aklın ve ilmin yolu seçilir; devletin ve milletin kimliğiyle uğraşmak gibi,
hiçbir iktidarın hakkı ve üzerine vazife olmayan tehlikeli yanlışlardan
vazgeçilir, masum milletimizin gerçek ihtiyaçlarının karşılanması esas alınır.
Milli birliğimiz ve
bütünlüğümüzün sağlamlaştırılması için; öncelikle ayrımcılığı, bölücülüğü,
ırkçılığı ve siyasi etnikçiliği reddeden, milli-üniter yapımızı daha da takviye
eden bir anayasa yapılmalıdır.
Bu anayasa mutlaka
“adalet mülkün temelidir” ilkesi üzerine inşa edilmelidir. Bu durumda;
demokrasi, özgürlük, bireylerin eşitliği, kalkınma, huzur, kardeşlik ve insan temel
hak ve hürriyetlerinin ancak bu yapı içinde gerçekleşebileceği görülecektir.
Böylece ülkemiz,
varlığına yönelen saldırılara karşı milli güçlerimizle gerçekten savunulur;
kanlı terör belası ve haçlı planları ortadan kaldırılarak, milletimiz birlik içinde,
refah ve zenginlik yolunu tutar, vatanımıza huzur gelir. Böylece milli devlet,
güçlü iktidar yapısıyla ayağa kalkabilir, Türk-İslam medeniyetiyle çevremize ve
insanlığa hizmet sunacak konuma gelebiliriz.
Kaynaklar:
(1) Prof. Dr. Suna Kili,
Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası
Yayınları, Ankara 1985 2)A.g.e, s. 96
(2) a.g.e.173
(3) Hürriyet, 23.10.2011
(4) Fuat Köprülü, Akşam,
28 Teşrinievvel, 1334 (1918)
(5) Hüseyin Rahmi Akyüz
(Ed.), Yeni Anayasa Raporu II, Ankara, Memur-Sen (Memur Sendikaları
Konfederasyonu), Aralık 2011.
(7)Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı, http://www.haber3.com/iste-gulenin-anayasa-onerisi-1121607h.htm
(06.05.2012)
(8) Avrupa Birliği Üyesi
Bazı Ülkelerin Anayasaları, T.C. Adalet Bakanlığı, Mayıs 2011, s.265
(9) Avrupa Birliği Üyesi
Bazı Ülkelerin Anayasaları, T.C. Adalet Bakanlığı, Mayıs 2011, s.265
(10) M. Kemal Pekdemir,
Tarihin En Tartışmalı Padişahı Abdülhamid, 2008, s.39
(11) Pekdemir, a.g.e. s.39
(12) Necdet Sevinç.
Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü, 2008, s.434
(13) İlhan Bardakçı, Zaman
Gazetesi, (a) 7 Temmuz 1995
(14) Dr. Ali İhsan Gencer, İlk
Osmanlı Anayasasında Türkçenin Resmi Dil Olarak Kabulü Meselesi. A.Ü. Siyasal
Bilgiler Fak. Yayınları no:423, Armağan, Kanunu Esasi’nin 100. Yılı
(15) Sevinç, a.g.e. s.435
(16) Pekdemirli, a.g.e.
s.46
(17) a.g.e. s.47
(18) “Yeni anayasanın
şifreleri” Milli Düşünce Merkezi
(19) II. Meşrutiyet Döneminde
Osmanlı Meclis-İ Mebusanı’nın Çalışmaları (1908-1912) http://ulkunet.com/UcuncuSayfa/mehmet_kaan_calen_4849.pdf
(20)http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?p=1301085
(21)Kopenhag Siyasi
Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması), İnsan Hakları Derneği yayın
(22)http://www.milliyet.com.tr/ocalan-in-dort-ayakli-paradigmasi/fikret
bila/siyaset/yazardetay/08.12.2010/1323501/default.htm
(24)http://www.akparti.org.tr/site/haberler/tezimiz-turkiye-cumhuriyeti-vatandasligi/36643
(25)Cumhuriyet
Tartışmaları (Yeni Arayışlar, Yeni Yönelimler) [Röportajlar] [Hazırlayanlar:
Metin Sever, Cem Dizdar], Ağustos 1993 (2. Baskı), 462 S. Başak Yayınları. S.
417-431.
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA
Merkezimiz ilk olarak Temmuz
2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında,
faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde başlamıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl
burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine
Ocak 2011’de şimdi bulunduğu Kızılay’daki yerine taşınmıştır. Kuruluşundan bu
yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan hizmetlerine
kesintisiz olarak devam etmektedir.
Bilgi Şölenleri ismi ile
her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik toplantılarda, ülkemizin
temel meseleleri, alanında uzman kişiler tarafından sunum ve tartışmalar eşliğinde
incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye ve Türk-İslam Dünyasının ana
meseleleri üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve görüş birliği sağlamaktır.
Bugüne kadar 191 Bilgi Şöleni yapılmıştır.
Yine bu amaçlar
doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da
aralıksız olarak sürdürülmektedir. Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte
olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde
değerlendirilmektedir.
Geniş katılım ile
yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden takip edilebilmesi
için video şeklinde internet sitelerimizden yayınlanmaktadır.
(www.millidusunce.org ve
www.millikanal.com)
Öte yandan belirli
kıstaslara göre seçilen üniversite ve sonrası dönemi gençlerine milli bir şuur
kazandırmak üzere, belli bir program dâhilinde, bilgi seminerleri
verilmektedir.
Önemli gördüğümüz bir
diğer çalışmamız da, dağınıklık içerisinde, tek tek kalmış ve birçok
fedakârlıkla faaliyetlerini sürdürmeye çalışan milli düşünce kuruluşlarıyla,
birlikte hareket imkânını oluşturmak ve bir işbirliği zeminini hazırlamaktır.
Bu ortak çalışmamız müspet bir sonuca ulaştığında, bu kuruluşlarımız milli
hedeflerimiz doğrultusunda güç birliği sağlamış olacaktır.
Bunların yanında
merkezimiz ülkemizin öncelikli sıcak meseleleri hakkında kamuoyunu aydınlatmak
üzere yayınlar da yapmaktadır.
Yayınlanan eserler
şunlardır:
1- Son Haçlı Seferi: PKK
Açılımı – Ocak 2010
2- Etnik – Irkçı – Bölücü
PKK Terörünü Doğru Anlamak – Temmuz 2011
3- “Yeni” Anayasanın
Şifreleri – Kasım 2011
4- Selçuklu, Osmanlı ve
Türkiye Cumhuriyeti Hangi Milletin Devleti? - Haziran 2012
Merkezimizin bütün
çalışmalarını, bilim adamlarımızın makalelerini ve yurt içinde ve dışında
gelişen önemli olaylara ait haberleri internet sitelerimizden dileyen herkes
kolaylıkla takip edebilmektedir.
(www.millidusunce.org ve
www.millikanal.com)
Yorumlar
Yorum Gönder