"Bir Toplum Nasıl İntihar Eder?"
isimli kitap A. M. Celâl Şengör'ün kitabıdır. 2016 yılında Ka Kitap tarafından
basılmıştır.
***
Celâl'in vermek istediği ana mesaj, milli eğitim sistemimizde bilimsel
yaklaşımdan giderek uzaklaşan uygulamaların toplumsal hayatımızın tüm
alanlarına hızla sirayet etmesinin yarattığı tahribat.
***
Celal bunu yaparken, bir yandan genel kültür eksikliğimiz gideriyor diğer
yandan da, maharete kullandığı Türkçe ile iletişim dersi veriyor.
***
Celal, ülkemizde pek az kimsenin yazmaya ehil olduğu konularda, maharetle
kullandığı Türkçe ile yazdığı cesur yazılarla, üniversitelerimizin genel
kültür, yazılı iletişim ve muhakeme yeteneğini geliştirme konularındaki
eksiğini gideriyor. Bu nedenle, "Türkiye'nin Öğretmeni" (Praeceptor
Turciae) sıfatını hak ettiği kanaatindeyim. (Kemal Gürbüz)
***
Her aileye en az üç çocuk tavsiye ediyor. Bu bence son derece bilgisiz ve
sorumsuzca yapılmış, ülkeyi felakete götüren rayları yağlayacak bir çağrıdır.
Hele kendisinin çağdışı bilgiler verdikleri kesin olan İmam-Hatip mekteplerinin
çoğalması için gösterdiği çabalar bence Türkiye'nin istikbaline giden yola
döşenmiş mayınlardır. Kontrolsüz nüfus patlaması ve bu artan nüfusun bilimsel
olarak eğitilmemesi bir toplumun intiharı demektir. Ne yazık ki, en azından
şimdilik tüm dünya nüfusu da intiharı seçmiş görülmektedir.
***
Dünya nüfusu, MS 1000 yılında yaklaşık 250 milyondu. Bu rakam 1776'da 1
milyara tırmandı, 1945'e gelindiğinde ise dünya nüfusu 2,3 milyar olmuştu;
2006'da 2,6 milyar olan nüfusun 2050'de 9 milyarı geçmesi bekleniyor. Bu
sürdürülemez bir artıştır ve insanlığın karşısındaki en büyük tehlikedir.
İnsanların Mad Max filmlerindeki
gibi vahşi bir yaşam tarzına kayarak birbirlerini yemeleri istenmiyorsa, buna
bir çare bulunmalıdır.
***
Benim doğduğum 1955 yılında İstanbul'un nüfusu 1,5 milyondu. Ben 60 yaşıma
gelene kadar şehrin nüfusu bunun 10 katını aştı. Bugün İstanbul, trafik sorunu,
enerji sorunu, su sorunu gibi problemler ve bilhassa Anadolu'dan akın eden
cahil nüfusun yarattığı politik kaos neticesinde yaşanmaz bir belde haline
gelmiştir. Bunun sebebi, Anadolu'dan gelen göçmenin kendisine benzeyen
yönetimler seçmesi ve şehir yaşamı kültürü olmayan bu yöneticilerin dünyanın en
güzel ve kültürel olarak da en zengin şehirlerinden biri olan bu eşsiz kenti
bilgisizlikleri sonucu bir enkaz yığını haline çevirmeleridir.
***
Türkiye patlayan nüfusunu eğitememiştir. Bugün ülkemizin içinden geçmekte
olduğu feci günler bu eğitimsizliğin ürünü olan politikacıların eseridir.
Ülkenin Atatürk'ün yerleştirdiği geleneksel barışçıl ve saygın politikasını
birkaç senede târ-ü mar eden ve Türkiye'nin dünyada hem yalnız kalmasına hem de
saygınlığını yitirmesine sebep olan da bir profesördür. Kitaplarını
okuduğunuzda, tüm tahsili Türkiye'de geçen bu zatın da bilimsel ve kaliteli bir
eğitim alamamış olduğunu görüyorsunuz. Eğitim zafiyetinin sebebi ise ülkenin
imkânlarının patlayan nüfusa eğitim kurumu yetiştirememesidir. Her şehirde
artık bir üniversitemiz var. Ama bunların sadece adları üniversite;
kendilerinin üniversite ile alakaları yok. Bunun için çok sevgili arkadaşım
Prof. Dr. İlber Ortaylı bir gazeteye verdiği bir demeçte "Her şehre
üniversite açmak ahlaksızlıktır" demişti. Şimdi anlıyor musunuz, niçin
İlber haklıdır? Gençlerimizi adı ilköğretim okulu, lise veya üniversite olan
yerlere göndermek marifet değildir; marifet bu ismi taşıyan kurumları gerçekten
o isimlere layık müesseseler haline getirmektir.
***
Medeniyet, birbiriyle kavga etmeden ayrı fikirlerde olabilme yeteneğini
geliştirmiş toplumların yaratmış oldukları bir kültürdür. Bu kültürün en önemli
özelliği bilimi oluşturmalarıdır; zira bilim gözleme ve tenkide dayanır.
***
Dinin iki fonksiyonu var: Birincisi, çevrendeki dünyayı açıklamak; ikincisi
de toplumu yönetmek için eline birtakım kurallar vermek. Fakat bunlar
tartışılamadığı zaman fosilleşiyor ve şayet bunlar yanlışsa toplum büyük acılar
çekmeye başlıyor. Ortaçağ Avrupası bunun en güzel örneklerinden biridir,
günümüz Müslüman dünyası da bir başka güzel örnektir. Hâlbuki medeniyet
dediğimiz şey bu tip gelişmelere mani olan bir kültürdür ve böyle bir kültür
dünyada bir defa icat edilmiştir, bunu icat edenler de az önce söylemiştim,
Anadolu'da yaşayan Yunanlardır. Biz bu gelişmeyi ne Çin'de ne Hindistan'da ne
Orta Amerika'da ne Mısır'da ne de Afrika'nın diğer kültürlerinde görüyoruz.
***
Özgür düşüncenin zor olmasının en mühim sebebi de toplumun düzenini tehdit
eder görünüyor, özgürlük ortamının kaosu tetikleyeceğine inanılıyor olması. Ve
bu endişe yalnızca egemen sınıfların endişesi değil. Mesela Almanya'da yaşayan,
egemen zümre olmayan halk Nazilere bayıla bayıla oy verdi; çünkü süregelen kargaşadan
bıkmışlardı. "Hitler gelirse kargaşa bitecek" dediler. Hitler geldi
ve hakikaten kargaşa bitti. Ama çok daha büyük felaketlerin de önü açıldı.
***
Halk düzen istiyor, halk rahat yaşamak istiyor, halk ekmeğinin nereden
geleceğini bilmek istiyor. Kısa vadeli çıkarların uzun vadeli çıkarlara tercih
edilmesi halkların, hele ki cahil halkların ortak bir karakteri.
***
İkinci Dünya Savaşı da demokratik olmayan toplumların saldırganlığıyla
çıktı, çünkü demokratik toplumlarda adamı ölüme göndermek zordur. Çünkü burada
daha iyi bir yaşam vardır. Amerika halkının Vietnam Savaşı'na duyduğu
antipatiyi böyle izah etmek mümkün. "Neden gidip ölelim" diyor ki
doğru. Fakat şöyle bir şey de var: Şayet birisi senin hürriyetini elinden
almaya geliyorsa, medeniyetini tahrip etmeye geliyorsa o zaman bir bedel
ödenmesi lazım.
***
Bilgisiz demokrasi olmaz. Eğer sizin halkınız bilime inanmıyorsa,
çevresiyle temasa gelemiyorsa o zaman birisinden yardım isteyecektir, o zaman
onlar için yapılacak en kolay iş bir babaya, alıştığı yere dönmektir. Ana baba
kimdir? Bir yetişkinden söz ediyorsak şayet, seni yönetendir. Dolayısıyla
birisinden medet ummak devreye giriyor bu defa. Dinler de bunun için çıkıyor.
Allah'tan medet umuyorsun, hayali bir şey olduğu halde. Hayali arkadaşlar
arıyorsun, irrasyonel ümitler besliyorsun. Hayali arkadaşların ve irrasyonel
ümitlerin olduğu yerde demokrasi olamaz. Demokrasi, medeni toplumların
rejimidir. Ama hemen karşı örnek: Almanya'ya ne oldu? 1932'nin Almanya'sı
dünyanın en eğitimli toplumuydu hiç şüphesiz. Burada karşımıza şu çıkıyor:
Kendilerine verilen eğitim 19. Yüzyıl'ın pozitivist eğitimiydi, bilimin
yanılmazlığına inanmıştı halk. Ve Nazi Rejimi ben bilimsel bir rejimim diye
ortaya çıktı; ırkçılık, sosyal Darwinizm vs. Ve halk dedi ki, "Yahu bu,
bugüne kadar yaşadığımız kargaşadan daha iyi bir şeye benziyor." Günde
ortalama 100 kişi öldürülüyordu Berlin'de 1932 senesinde. Hangi toplum buna
tahammül edebilir. Dolayısıyla Alman halkı bir babadan ziyade, bir polis aradı.
Birisi bu kargaşaya son versin, düzen gelsin istedi. Dolayısıyla soru şuraya geliyor:
21. Yüzyıl'da güvenlik güçleri gerekli midir? Niye polisimiz var, niye
jandarmamız var, niye ordumuz var? Varlar, çünkü insanların büyük çoğunluğu
rasyonel değildir. Sen ne kadar öğretirsen öğret bir yerde irrasyonel işler
yaparlar.
***
Toplumun bilgi düzeyi bir yerdeyse ve sen bunun çok üstündeysen, sen
elitsin. Kimsenin bunu tartmasına, ölçmesine gerek yok, tabiat bunu ölçüyor.
Dolayısıyla elitler birilerinin verdiği bir kararla elit olmuyorlar,
yaptıklarıyla elit oluyorlar. Böyle bir mertebeyi kimse veremez, aldığın
diploma da veremez. Kafandaki bilgi ancak bunu verebilir. Tekrar örnek verelim,
Atatürk. Bundan daha güzel örnek mi olur?
***
Türkiye'de elitin sıkıntısı şu: Elitin ne olduğunu bilmiyoruz. Yönetici
elit zannediliyor. Hâlbuki böyle bir şey yok. Yöneticiler seçen mekanizma
ortada. Yöneticiyi sen seçiyorsun. Sen neysen o adam da o, niye elit oluyor.
Zengin neden elit olsun sadece parası var diye? Zır cahil zenginler var,
dünyadan bihaber. Bunlar elit değil.
***
Siyaset tecrübeli insanların elinde olmalı. Peki, siyaset kısa süreli
yapılırsa bu tecrübeyi nasıl toplayacağız? Hep şu denirdi: Gromiko 24 sene
Rusya Dışişleri Bakanı'ydı. Karşısındaki ABD Dışişleri Bakanını parmağında
döndürüyordu, çünkü o zavallı 4 senedir orada. Bunun nasıl önüne geçeceğiz?
Bunun önüne geçmenin yöntemi şudur: Yönetim tecrübesi sadece devlette değildir,
başka yerlerde de yönetim tecrübeleri kazanılabilir. Mesela profesyonel
diplomatlar vardır, bu adamlardan istifade edilebilir. Sen bilim ve teknoloji
bakanlığı yapacaksın, profesyonel üniversite yönetmiş, fabrika yönetmiş,
araştırma grubu yönetmiş adamları 4 sene orada kullanabilirsin. Mesela,
Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı'na bağlansın deniyor. Ben bu konuyu arada
bir komutanlarla konuşuyordum; diyorlardı ki, "Bu temelde doğrudur,
Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmalıdır. Fakat şöyle
bir sorun var: Biz NATO toplantılarına gidiyoruz, orada ileri NATO ülkelerinin
bakanları oturuyorlar, arkalarında Genelkurmay Başkanı oturuyor, fakat o
bakanlar her şeye o kadar hâkimler ki, o genelkurmay başkanını o bakanın
yerinde oturtmaya gerek kalmıyor. Bizde durum böyle değil. Bizdeki bakan
neredeyse hiçbir şey bilmiyor. Dolayısıyla bizim aleyhimize olur Genelkurmay
Başkanı'nı Milli Savunma Bakanı'na bağlamak. Çünkü Milli Savunma Bakanı işini
ciddiye almıyor."
***
Tekrar nereye geldik: İşini ciddiye almak demek, o işi öğrenmek demek.
Öğrenmek de bilimsel bir faaliyettir. Bilimsel düşünen insanlara ihtiyaç var,
her seviyede insanın, çöpçüsünden en üst yöneticine kadar, profesörüne kadar.
Bilimsel düşünmek bilim yapmak değil, her duyduğuna inanmamak, yeni çıkan
şeyleri öğrenmeye heves etmek, bunları eleştirel bir gözle değerlendirmektir.
***
Bilgi canlı evriminin ayrılmaz bir parçasıdır ve insanlık ilk oluştuğundan
bu yana bilgi çağında yaşamaktadır. Günümüzdeki "bilgi çağını"
değişik yapan, bilgi üretim, depolama, kopyalama ve nakletme süreçlerinde son
birkaç on yılda meydana gelen baş döndürücü gelişmelerdir. Ancak bu gelişmeler
bir tehlikeyi de beraberlerinde getirmişlerdir. Günümüzde bilgi üretim hızı o
denli artmıştır ki, depolama, kopyalama ve nakletme süreçleri bu hıza
yetişememektedir. Üstelik bilginin çoğu sanal dünyada üretilmekte,
depolanmakta, kopyalanmakta ve nakledilmektedir. Sanal dünyadaki bilgi
alışverişi son derece küçük hacimler içinde gerçekleştiğinden, bu hacimlerin ne
kadar kolay imha edilebileceklerini düşündüğümüz zaman bilginin geleceği için
telaşlanmamak mümkün değildir. Bu nedenle tüm bilgi depolama işlemlerinin
yalnız ve yalnızca sanal dünyaya emanet edilmesi akıllıca bir yol olarak
görülmemektedir. Geleneksel kütüphanelerin, arşivlerin ve müzelerin
korunmaları, en azından görünürdeki gelecek için, kesin bir zorunluluktur.
***
Bilgi ve bilgi nakli ilk canlı ortaya çıktığından beri olan şeylerdir. Bu
açıdan günümüzün "bilgi çağı" olarak adlandırılması saçmadır, çünkü
insanlığın "bilgi çağı" olmayan hiçbir çağı yoktur. Bu mesela
"sanayi çağı" terimi için böyle değildir, çünkü James Watt buhar
makinesini keşfedene kadar fabrikalarda seri üretim yapabilecek makinelere
hareket veren, yaygın kullanıma müsait küçük boylu ve pratik motorlar yoktu.
Dolayısıyla bir sanayi seferberliği, dolayısıyla bir "sanayi çağı"
olamazdı.
***
Bazen bilgi dediğimiz şeyden memnun olmayabiliriz: Ya gerçeği yansıtmadığı
kanısındayızdır ya da yansıttığı gerçekten hoşlanmamaktayızdır. O zaman bilgiyi
değiştirmek için elimizden geleni yaparız. İlk halde doğru olmadığını
sandığımız bilgiyi elimizden geldiğince gerçek bilgi haline dönüştürmeye
çalışırız. İkinci halde de doğru olduğunu bildiğimiz bilgiyi bir yalana tahvil
etmek için uğraşırız. Fakat her iki halde de bilgiye ihtiyacımız vardır.
***
Tarımın icadı, bir insanın bilmesi gereken bilgi miktarını avcı
toplumlarındakine nazaran çok arttırmıştır. Bunun nedenlerinin en önemlisi
tarımın insanları yerleşmeye ve bir arada yaşamaya zorlaması olmuştur. Bir
arada yaşama iş bölümünü getirmiş, iş bölümü de haberleşme konularını
çeşitlendirmiştir. Mesela tohumlarının ne zaman ekilmesi gerektiğini bilmek
isteyen çiftçinin, ziggurat denen tapınaklarda oturan astronom-rahiplerin
ürettikleri astronomik verilere ve bu verilerden türettikleri takvimlere
ihtiyacı vardı. Hasadını toplayan çiftçi bu sefer bunu satmak zorundaydı. Bu
satma işi, tartmadan paketlemeye, paketlemeden nakliyeye ve nakliyeden
muhasebeye kadar çok geniş bir işler tayfı sunmuştu ona. Tüm bunları bir
kişinin kafasında tutması mümkün değildi. Hele bir yerden diğerine gönderilen
malların karışmaması için, sandıkların, bohçaların, çuvalların vs. bir şekilde
"etiketlenmesi" gerekiyordu. Bu etiketleme işi için, nakliyecilerin
aklına ilk kez nakledilen malın resmini çizmek gelmiş olmalıdır. Buğday
naklediliyorsa mesela bir buğday başağının resmi çiziliyordu ambalajın üstüne.
Daha sonra çuvalları mühürlemek ihtiyacı doğunca mühürler üzerine muhtelif
resimler çizilmeye başlandı. İlk logogramların, yani bir kelimeyi resmederek
yazı yazmanın ilk adımlarının bu şekilde atıldığı sanılmaktadır.
***
Yaşamınızda olumlu ne görüyorsanız onun temelinde, kökeninde, gelişmesinde
kitaplar içinde bulunan bilgiler vardır. Ancak bugün her istediği konuda her
elini attığında bir kitap bulabilen bizler, bunun belki de hep böyle olmuş
olduğunu sanırız. Hâlbuki bizim anladığımız anlamda kitap çok geç keşfedilmiştir.
***
Giderek fakirleşen ve barbar akınları ve göçleri altında giderek çöken
Roma, kütüphaneleri ve araştırma kurumlarını ihmal etti. Halk giderek
entelektüel faaliyetten uzaklaştı ve sonunda koca Roma barbar kabilelerinin
darbeleri altında ve Hristiyanlığın yalancı cennetinde yok oldu gitti. Avrupa,
Orta Çağ'da bir cahiller cehennemi oldu.
***
İskenderiye Kütüphanesi'nin bu acıklı sonu, bana dünyamızın bugün içinde
bulunduğu durumu hatırlatmaktadır. Aydınlanmadan giderek uzaklaşan dünya da kütüphanelerini,
üniversitelerini, araştırma kurumlarını ihmal etmeye başladı; ihmal etmekle
kalmadı, onları faal bir şekilde tahrip yoluna saptı ve aynen çöküşteki Roma
gibi, halk, yazılı ve sözlü medya, vurdumduymazı oldu; bazı işadamları, köşe
yazarları da bu tahribi planlayan hükumetlere alkışta ifadesini bulan tam bir
gaflet (ve kısa görüşlü çıkar) yarışında. Bu işin sonu nereye varır? Biz
kendimizi batırmakta direnirsek, bizi kim kurtarır? (En uygar bildiğimiz Avrupa
bile Jürgen Habermas veya Paul Feyerabend gibi bilim ve akıl düşmanlarını büyük
felsefeci diye alkışlar oldu!) İşte İskenderiye Kütüphanesi'nin ve araştırma
kurumunun çürümesine izin veren Roma'nın acıklı sonu. Tarih, ders almasını
bilene derslerle doludur.
***
Elektronik bilgi depolamak o derece kolay ve o derece ekonomik bir hale
gelmiştir ki, milyonlarca ciltlik bir kütüphane bugün bir bavula
sığdırılabilir. Ama bir bavulu yok etmek, boyutları neredeyse bir mahalle
büyüklüğüne ulaşmış bir kütüphaneyi yok etmekten çok, ama çok daha kolaydır. High-tec, yani yüksek teknoloji,
yaşamımıza daha birkaç on yıl öncesinde hayal dahi edemeyeceğimiz kolaylıklar
katmıştır. Ama bu kolaylıklar bir o kadar da yüksek risk faktörlerini
beraberinde getirmektedir. Bilgi depolamak, kopyalamak ve nakletmek ne kadar
kolaylaşmışsa, bilgiyi silmek veya sahte bilgiyle değiştirmek de bir o kadar
kolaylaşmıştır. Günümüzün bilgi çağının en önemli sorunlarından biri, hızla
gelişen ve toplum tarafından öğrenilme hızı gelişme hızının çoktan gerisinde
kalmış olan teknolojinin bilgi depolama, kopyalama ve nakletme mekanizmalarını
nasıl etkileyeceğini anlayabilmektir. Bu nedenle teknoloji ne kadar gelişirse
gelişsin, en az birkaç eski stil kütüphane ve müze her önemli kültür merkezinde
korunmalıdır.
***
Bugün dünya nüfusunun önemli bir kesiminin ortadan kalkması insan
uygarlığının gelişmesine önemli bir sekte vurmaz. Nasıl ki, Kara Ölüm denen
veba 14. Yüzyıl'da Avrupa nüfusunun neredeyse yarısını ortadan kaldırmış
olmasına rağmen, bu büyük ölüm Avrupa'nın entelektüel gelişmesine hemen hiçbir etki
yapmamıştır. Ama bir de kütüphanelerimizin, arşivlerimizin, müzelerimizin
tamamının ortadan kalktığını bir düşününüz. İnsanlık bir-iki nesil içerisinde
mağara devrine geri döner. Tüm dünyada, örneğin üniversiteler daralan bütçeler
karşısında ilk olarak kütüphane bütçelerini biçmektedirler. Bu yapılabilecek en
yanlış harekettir. Bir üniversitede kütüphane, bütçe daralmasından en son
etkilenen bölüm olmalıdır.
***
Her ne kadar kulağa paradoksal geliyorsa da, günümüzün gelişmiş bilgi
çağının en önemli sorunu bilgiyi depolamak, kopyalamak ve nakletmektir. Bu
işlemlerin en önemli ayakları bugün hala kütüphanelerimiz ve müzelerimiz
olmakla beraber, artık toplanan verilerin oluşturduğu bankalar o boyutlara
gelmiştir ki, bunların depolanma, kopyalanma ve nakledilme sorunları için çok
temelli çözümlere ihtiyaç vardır.
***
Bilim elbet ki gözlem olmazsa olmaz. Ama bilimde en zor olan şey orijinal
fikir üretmektir. Bu da ancak içten gelen arzuyla olursa olur. Onun için
üniversiteleri ve diğer araştırma kurumlarını toplumun güdümünde görmek
isteyenler, böyle bir güdümün yaratıcı düşünceye zarar vereceğini
bilmelidirler. Toplum hür araştırmadan kendi istediklerini almalıdır. Daha
fazlasını bekleyemez.
***
Türkiye bir bilim ülkesi değildir. Ürettiği bilim de birkaç kişisel istisna
dışında dünya ölçeğinde tamamen ihmal edilebilir düzeydedir. Türkiye'nin bu
bilim fakirliği, sanayine ve ticaretine de yansımıştır. Özgün hemen hiçbir
sanayi ürünü olmayan Türkiye, ticarette de, tarımda da gariban olup, örneğin
yazılım oluşturmak gibi akıl ve bilgiden başka hiçbir sermaye istemeyen son
derece kolay ve getirisi büyük bir işi bile yapamamaktadır. Türkiye'de
(askerlik hariç) hemen hiçbir konuda bir ehil insanlar sınıfı yoktur. (Bu,
tabii ki, pek çok akıl ve bilgi sahibi bireyimiz yok demek değildir.) Bu akıl
ve bilgi fakiri ülke, dolayısıyla para fakiridir de. Ulusal gelir, ülke
yaşayanlarımızın büyük bir bölümünü sürünmeye mahkûm eder bir seviyededir. Son
zamanlardaki sözüm ona "ekonomik iyileşme, "fakirin alım gücünü iyice
kısıp, enflasyonda zahiri bir düşüş yaratarak eskiden zaten paralı olanın biraz
ve geçici bir süre nefes almasını sağlamaktan ibarettir. Bu alınan nefes, onu
sürdürecek bilgi olmadığından tabii ki kısa ömürlü olacaktır. Türkiye bu zavallı
duruma 1946'dan sonra düşmüştür. Çünkü 1946'dan sonra ülke idaresi tam
cahillerin eline geçmiştir. 1920'lerden beri gelen Atatürk'ün elit idaresinden
intikam almaya azmetmiş bu kırsal güruh, Türkiye'yi gerçek bir felakete sürüklemiştir.
Ülkedeki tüm sözüm ona "gelişme" dünya gelişme hızının çok gerisinde
kalmış, ancak zır cahil üçüncü dünya ile kıyaslandığında "göğsümüzü kabartan"
otoban gibi, gökdelenler gibi, telekomünikasyon gibi kopya ürünleriyle yaşam
seviyesi yukarı doğru kımıldamıştır.
***
Eğitim, 1946 sonrası dönemde en büyük yarayı alan kesim olmuştur (Türk
Silahlı Kuvvetleri eğitim kurumları hariç). Öğretmenlik mesleği ayağa
düşürülmüş, üniversiteler, bu adı taşıyan bina sayısı arttığı halde tamamen
ortadan kalkmış, eğitim ehil insan yaratmak yerine diplomalı cahil üreten bir
fabrika haline getirilmiştir. Bunda da temel amaç, cahil kırsal kesimin hak
etmeden ve emek harcamadan her şeye, başkalarını ve kendisini kandırarak ulaşma
hırsını tatmin olmuştur.
***
Türkiye'nin modern dünya içerisinde bilim ve teknoloji gibi en yaşamsal
konuları, bu konular hakkında yeterli bilgi sahibi oldukları hakkında elimizde
hiçbir belge bulunmayan kişilerce, kendilerininkilere benzer kalitede kişilere
teslim edilmiştir. Üstelik Hükumet hiçbir ehil hakemin görüşüne başvurma
ihtiyacını duymadan, akademik üretiminin bilim dünyasına yansıması sıfır olan
bir bürokratını "değerli bilim adamı" ilan etmek cüretini
gösterebilmiştir.
***
Gençliğimiz, ülkemizin geleceği, cahil, hem de zır cahil. Cahil olmakla
kalmıyor, değer yargıları çarpık, zararlı. Bilgi kaynağı yalnızca, benim
dünyada görebildiklerim arasında en kalitesizi olan, medyamız. Medyayı
yönetenler, onun sahipleri, onun programcıları; kısacası ondan kim sorumluysa
insanlık suçlusu! Burada bir komplo filan yok. Olan tek şey, cahil köylünün
eline geçen medya, onun tek isteğini, tek tutkusunu karşılamak için çalışıyor:
Para, daha çok para, güç, ne yapılacağı bilinemeyen güç. Bunlar yalnızca ve
yalnızca hayvani dürtülerdir ve Türkiye bu hayvani dürtülerin etkisinde
gençliğini perişan ediyor, hayvanlaştırıyor.
***
Son birkaç gündür Fuat Köprülü'nün "Bizans Müesseselerinin Osmanlı
Müesseselerine Tesiri" adlı önemli eserini okuyorum. Köprülü burada, pek
çok Avrupalı tarihçinin, Osmanlıların İstanbul'un fethinden sonra Bizans'tan
aldıklarını sandığı birçok kurum, uygulama ve âdetin aslında eski Türk-İslam geleneklerinden
geldiğini ispat ediyor. Bu arada pek çok Bizans âdetinin Osmanlılardan çok önce
Türk-İslam âlemine sızdığını, bunların da Osmanlılara bu kanaldan geldiğini
gösteriyor. Mesela bugünlerde pek moda olan "tesettür" bir Bizans âdetiymiş.
Oradan (ve İran'dan!) İslam âlemine geçmiş. Ama bu arada denizcilik gibi bazı
konularda doğrudan Bizans etkileri de var.
***
Fuat Köprülü 20. Yüzyıl'ın başında İstanbul'da kendi kendini yetiştirmiş
bir bilim insanımızdır. Kendi konusunda ortaya attığı yenilikler ve dünyaya
etkisi bakımından herhalde Türk tarihinin ortaya çıkarabildiği en önemli birkaç
bilim insanından biridir. Beni çok ilgilendiren soru ise, Köprülü'nün 20.
Yüzyıl'ın başındaki çorak ve çok sıkıntılı İstanbul ortamında nasıl
yetişebildiği, bilim yapma yöntemlerini nasıl edinebildiğidir. Bunları Avrupa
eserlerinden okuyup öğrenmiştir demek yetmez; zira Köprülü'nün uğraştığı
konularda o tarihlerde Avrupa'da bile onun izlediği bilimsel yöntemleri bilen
ve/veya uygulayabilen tarihçi sayısı pek azdı. Köprülü büyük ve çok haklı
şöhretini Avrupalı tarihçilerin adam gibi yöntem kullanmayı bilmediklerini
onların yüzüne vurarak yapmıştır.
***
Bilimsel refleks, toplumların bilimi karşılarına çıkan herhangi bir konuda
kullanabilme kabiliyetlerinin refleks haline dönüşmesidir. Bilimsel reflekse
sahip toplumlar karşılarına çıkan tüm sorunları otomatikman bilimsel düşünce
süzgecinden geçirerek irdelerler. Hiçbir toplum mükemmel bir bilimsel reflekse
sahip değildir. Öyle olsaydı ne dinler toplumları yönetebilir ne Almanya'da bir
Hitler ne Rusya'da bir Lenin veya Stalin ne Çin'de bir Mao ve avenesi çıkıp
ülkeyi kontrol altına alabilir, ne de Amerika'da George Bush Cumhurbaşkanı
seçilebilir veya Fransa ve İsviçre "Ermeni soykırımı yapılmamıştır"
ifadesini suç ilan edebilirlerdi. Ama bazı toplumların bilimsel refleksleri
diğerlerininkinden fazladır; Avrupa ülkelerinin çoğunda bu böyledir. Çin ve
Japonya'da durum bugün Avrupa standartlarına yakındır. Buna mukabil ekseri
Müslüman ülkesinde veya Afrika ülkelerinin - Güney Afrika Cumhuriyeti hariç -
hemen hepsinde durum böyle değildir. Türkiye de ne yazık ki bilimsel refleksi
çok (ama çok) zayıf ülkeler arasındadır.
Bilimsel refleks, gözlemle denetlenemeyecek, mantık süzgecinden
geçirilemeyecek, nesnel olmayan hiçbir ifadeyi toplumsal yaşama temel yapmaz ve
ciddiye almaz. Buna istisna, bilimsel düşünceyi geliştirmeye yarayacak, ancak
bilimsel olmayan ifadelerdir. Buna en güzel örnek içinde yaşadığımız âlemin
gerçek olduğu inancıdır. Bu inanç gayri bilimsel olmakla beraber bilim
yapabilmenin temellerinden biridir.
***
Üniversite bilim yapar. Yani bilimi üretir, öğretir ve yayar. Bilim üretimi
araştırmayla olur. Araştırma kaynak ister. Kaynak sırf para değildir. Her
şeyden önce akıl ve onun ürünü olan meraktır. Merak ise pek küçük yaşlardan
başlayarak körüklenir. Bunun için, çocukların götürülebileceği müzeler, onların
aileleriyle birlikte yararlanabilecekleri kütüphaneler olmalıdır.
Televizyonlar ahlaksız ve sığ bir yaşamı pohpohlayan rezil magazin
programları yerine, merakı ateşleyebilecek eğlenceli bilim propagandası yapan
programlar yayımlamalıdır. Okullar ise tamamen merakı canlandıracak bir
müfredatla teçhiz olunmalı, öğretmen merakı uyandırabilmek için açlıktan
kurtarılmalıdır. Okul kitapları çocuğu okumaktan nefret ettirecek değil,
okumayı teşvik edecek tarzda yazılmalıdır. Yazanlar ne yazdıklarını bilen
insanlar olmalıdır, bakanlıklara çöreklenmiş, ders kitabı pazarından midelerini
doldurmaya çalışan zır cahiller değil!
Üniversite her şeyden önce araştırma yapmalıdır. Bunun için ilk ve
vazgeçilmez şart akıl ve merak ise, üniversiteye bunlara sahip insanlar
doldurulmalıdır. Akla ve meraka sahip olmayanlar üniversiteden temizlenmelidir.
Buna demokrasi ve hukuk laflarını geveleyerek karşı duranlar mutlaka
susturulmalıdır.
Üniversitede akıllı ve meraklı insanların araştırma yapabilmesi için ilk ve
en önemli gereksinim KüTÜPHANEDİR. Türkiye'de üniversite kütüphanesi ismine
layık tek bir kütüphane yoktur! Kütüphanenin olmadığı yerde araştırma olamaz,
bilgi olamaz, hatta insanlık olamaz. Yenecek ekmek azaltılabilir, ama alınacak
kitap asla! Üniversite bütçesini kısmak mutlak gerekli olursa, ilk işe
başlanacak yer, hocaların sayısını azaltmak olmalıdır, kitaplarınkini değil.
Kütüphanesi olmayan hoca, motoru olmayan otomobile benzer, yani işe yaramaz.
Akıllı, meraklı ve iyi teçhiz edilmiş araştırıcılar, insanlığı gerçeğe
götürebilecek yegâne kılavuzlardır. Bunların doldurduğu birer Ermeni ve Kürt
enstitümüz olaydı bugün ne Amerika'da bilimle alay edercesine verilen oylar ve
de Güneydoğumuzda insanlıkla alay edercesine insanımıza sıkılan mermiler
başımızı ağrıtıyor olurdu. Bir Ermeni enstitüsü sırf Ermeni diasporasının
iddialarıyla uğraşacak sanmayınız: Doğu Anadolu'nun iklim ve doğal afet tarihi
bile böyle bir enstitünün konusu içerisindedir.
***
Üniversite, bilim yapan ve yalnızca yaptığı bilimi değil, bilim yapma
yöntemlerini de olabildiğince öğrencilerine öğreten bir kurumdur.
"Olabildiğince öğreten" dememin nedeni, bilim yapmanın tüm
yöntemlerini belirli bir metot çerçevesinde öğretmenin mümkün olmamasıdır. Bu,
bilimin özelliğinden kaynaklanır. Bilim yapmanın üç gerekli şartı vardır: 1 )
Gözlem yapmak; 2) doğru düşünmek; 3) yaratıcı olmak. Bu üç şart üniversitede
başarı düzeyleri çok değişik olabilen şekillerde öğretilir. En kolay öğretilen,
doğru düşünmektir. Burada öğrenciye mantığın kuralları anlatılır; örneğin,
kendi içinde çelişen bir düşüncenin, yani kendi içinde zıddını barındıran bir fikir
zincirinin yapılabilecek her öneriyle tutarlı olacağı, dolayısıyla bilgi
içeriği sıfır olacağı öğretilir. Gözlem yapmayı öğretmek biraz daha zordur,
çünkü burada aklın ötesinde bir de öğrencinin sanat yeteneği devreye girer.
Ancak Türkiye'deki tıp tahsilinin öğrendiğini uygulayabilen hekim
yetiştirmekteki başarısı burada da ülkemizde ciddi bir başarı düzeyinin
yakalandığını göstermektedir. Bilimsel eğitimde öğretilmesi en zor olan ise yaratıcılıktır.
Albert Einstein'in bir kez yazmış olduğu gibi, yaratıcılığın okulu yoktur. Bilimci,
doğayı anlayabilmek için onu kafasında yeniden yaratabilmek zorundadır. Böyle
bir beceri, çok değişik türden insanlar gerektirir. Matematiksel yaratıcılık;
fizik biliminin gerektirdiği, icabında hemen herkese tamamen zırva gibi
gelebilecek varsayımları düşünüp onlar çerçevesinde fiziğin bir kısmını veya
tamamını baştan kurabilecek bir hayal gücü (Einstein izafiyet teorisini böyle
yaratmamış mıydı?) ; jeoloji, astronomi, biyoloji, tarih gibi gözlem ağırlıklı
bilimlerde gerekli olan, eksik veriden hareketle sürecin tamamını hayal
edebilme yeteneği... Üniversite hocası olan bilim insanları tüm bu tür
yeteneklere sahip öğrencileri dört yıllık lisans eğitimi süresince yakından
tanımak ve tartmak imkânını bulurlar. Sonunda hocadan öğrenciye, bilim
kulvarında devam etmesi için bir teklif gelir. Öğrenci bunu kabul ederse,
yüksek lisans ve doktora süreçlerinde sınanmaya, devam eder. Doktora payesi,
bir insanın bağımsız bilim yapabileceğinin tevsikidir. Bu aşamadan sonra,
doktoralı bilimcinin kendi ilgileri ile ona iş verebilecek bir kurumun
istekleri arasında bir paralellik oluşursa, doktoralı bilim adamı o kurumda
kendisine bir iş bulur.
***
Bu makalede sunduğum sorunun temelinde, bilimle iştigalin, artık muntazam
gelir getiren bir "iş" olmuş olması yatmaktadır. Bir patentin temsil
ettiği bir buluşta yeni bir patent almayı mümkün kılabilecek mini mini bir
değişiklik, bazen kişiye (veya bir şirkete) büyük paralar kazandırabilir. Bu
durumda kişi veya şirket araştırma kurumu yepyeni bir buluş peşinde
koşmaktansa, mevcut buluş üzerinde parazitlik yapmayı tercih eder. Bunu yapan
kişiler bu faaliyetten para alan bilim memurları ve onları çalıştıran bilim
tüccarlarıdır. Özellikle bilim memurlarının tahsilleri, aynen bilim
insanlarınınki gibidir. Bunun için sık sık, birbirleriyle karıştırılırlar;
hâlbuki yaptıkları işler birbirinden tamamen ayrıdır. Bilim insanı orijinal bir
yaratıcıdır; bilim memuru ve bilim tüccarı birer parazittir. Bu parazitler
şirketlerde yuvalandıkları gibi üniversitelerde de günümüzde ezici çoğunluğu
temsil ederler. Bazı hallerde bunlar bilim insanlarının aleyhine çalışır,
bilimin gelişmesine engel olurlar. Nasıl ki bazı parazitler, üzerinde parazit
oldukları canlıyı sonunda ölüme götürürler.
***
Bilim dünyasının günümüzdeki ciddi sorunlarından biri işte bu bilim
parazitleridir. Bu parazitler aslında tamamen yararsız değildir. Nasıl ki
doğada her parazit doğal dengenin bir parçasıdır; insan yaşamında da bilim
parazitleri, toplumun bilimi kullanmasında yararlı olurlar. Ancak bilimi
yalnızca parazitlerine göre değerlendirmek, parazit faaliyetini bilim sanmak,
parazitin gerçek bilim insanını öldürmesine izin vermek, bilimin ve hemen
arkasından bugün anladığımız anlamda uygar dünyanın da sonunu getirir. Parazit
faaliyetinin bilime zarar vermesini önlemenin tek yolu gerçek bilim insanlarını
tanımanın yollarını bilmektir. Bunu da ancak gerçek bilimciler yapabilir.
Gerçek bilimcilerin toplumda bulunmasının tek garantisi ise bilimin içinde
yeşereceği entelektüel merak ortamını verimli tutmaktır. Bu ortam ne denli
geniş, ne denli zengin ve ne denli hür olursa içinde bilimci yetişmesi ihtimali
o denli yüksektir. Hiçbir toplum bilimci yetiştirme garantisine sahip değildir.
Tek yapabileceği şey en iyi ortamı hazırlayarak bunun içinde bilimcilerin
yetişmesini ümit etmektir. Tıpkı tarlasını eken bir çiftçi gibi. Tarlayı iyi
hazırlamaz, ekmez ve bakmazsanız mahsul alamazsınız. Tarlayı parazitten
korumazsanız, elde ettiğiniz mahsul boşa gider.
***
Ne yazık ki 20. yüzyıl, bilimde şahit olduğu muazzam gelişmenin yanında
aynı zamanda yükselen bir bilim ve akıl düşmanlığına da sahne olmuştur. Bu
bilim düşmanlığını da halk arasında "aydın" veya
"entelektüel" denen kişiler yaratmış ve geliştirmiştir. Kökleri
aydınlanma çağında Jean Jacques Rousseau'ya giden, Byron ve Shelly gibi
romantiklerden çağımızda da Brecht'ten Feyerabend'e, Hemingway'den Sartre'a ve
günümüzün demokrasi ve çokseslilik adına bilimin yanında dini kökenli ve yanlış
olduğu bilinen iddiaların da öğretilme haklarını savunanlara, gelişmeyi
bilgisizlikleri nedeniyle inkâr ederek topluma bu nedenle durmadan karamsar bir
tablo çizenlere kadar açılan bir tayfın üyelerinin de ikide bir aydınlar
arasında sayıldığını görüyoruz. Bu kişileri "aydınlatan" kaynak ise
belli değildir!
Her kalemi eline alanı (toplum için gerekliliklerini inkâr etmeden!)
"aydın" bellemenin yalnız Türkiye'ye mahsus bir hastalık olmadığı
kesindir. Ama gerçek aydınları, yani bir şeyi bilimsel bir yöntemle bulup
irdeleyebilenleri, sadece yazıp konuşmaktan çekinmeyenlerden ayıramazsak önüne
gelen özentinin toplumumuzu akıl dışına çekmesine engel olamayız.
***
Al Gore filmde(Uygunsuz Gerçek)yalnızca iki uygar ülkenin Kyoto
Antlaşmasına imza koymadığını üzüntüyle, söylüyordu: ABD ve Avustralya. Bu
antlaşmaya imza koymayan ve nüfusu Avustralya'nınkinin dört katı olan Türkiye
ise uygar bir ülke olarak Bay Gore'un aklına bile gelmedi.
Niçin biliyor musunuz, sevgili yurttaşlarım? Çünkü bizi Bay Gore
doğduğundan beri, insan uygarlığından nasibini alamamış bilgisiz kişiler
yönetiyor. Her yeni hükumetle biraz daha dünyanın alay konusu ve şamar oğlanı
oluyoruz; Atatürk'ün bize bahşettiği dünyayı hayran bırakan Türk imajının
yerine tekrar Osmanlı'nın hasta adam imajı geliyor. Bunun tek nedeni
cehalettir. Cumhuriyet Gazetesi'nin verdiği "Tehlikenin Farkında
mısınız?" reklamında bahis konusu olan temel tehlike işte bu cehalet ve
onun temsilcileridir. Ben de sizden tehlikenin farkında olmanızı istirham ediyorum:
Benimki bir reklam değil, ömrünü üzerinde yaşadığımız gezegenimizi anlamaya
adamış bir bilim adamının ikazıdır. Deprem, sel, heyelan, kuraklık, tuzlanma ve
daha nice doğa felaketiyle ancak doğa bilimlerini anlamış kişiler mücadele edip
sizi ve çocuklarınızı koruyabilir: Modern biyolojinin temeli olan Darwin
Kuramını ateistlerin inancı sanan zır cahiller değil!
***
Peki, her ilerleme gelişim midir? Gelişme kavramında, gelişen şeyin daha
iyiye, daha değerliye doğru gittiğini ima eden bir değer yargısı gizlidir.
Hâlbuki modern yer ve yaşam bilimleri biyolojik evrimin bir gelişme süreci
olarak yorumlanamayacağını göstermiştir. Evrim yaşamın çevresine uyumunu
düzenler. Örneğin, Triyas Devri'nin ilk ve basit dinozor ailelerinden yalnızca
Tebeşir Devri'nin zengin ve çeşidi bol, karmaşık yapılı dinozor türleri değil,
aynı zamanda kuşlar da türemiştir. Tebeşir Devri'nin sonlarında yeryüzünün en
zengin çeşitli, çevreye en iyi uyum sağlamış kara hayvanları hiç kuşkusuz
dinozorlardı. Ancak 100.000 yıl gibi kısa bir sürede dinozorlardan eser
kalmadı. Çünkü dünyada egemen olan yaşam şartları bir gökcismi çarpmasıyla
aniden değişmişti. Gökcismi çarpması sonrası dünyada karalara memeliler ve
kuşlar egemen oldu. Buna rağmen, balıklar dünyasında hiçbir şey değişmemişti.
400 küsur milyon yıldan beri var olan balıklar yine var olmaya devam ettiler,
yüzlerce milyon yıldan beri yaptıkları gibi türlerini, cinslerini, ailelerini
değiştirerek yaşamlarını sürdürdüler. Bu arada hiç değişmeyenler de vardı.
Örneğin, 500 küsur milyon yıldır hiç değişmeden yaşayan bir lamba kabuklu
(brakiyopod) ve hele neredeyse dünya kurulduğundan beri var olan bakteriler.
Dünya ilk doğduğunda egemen canlıları bakterilerdi. Bugün de yine öyle.
***
Gerçek, doğruya tekabül edendir. Doğruya tekabül etmeyen şeyler gerçek
değildir. Doğruya tekabül etmediği bilinen şeyleri gerçek diye söylemek-masal
anlatmak dışında-aymazlık değilse ya aptallık ya da hainliktir. Gerçek, zaten
çok zor ulaşılan bir bilgidir. Pek çok halde ona ulaşıp ulaşmadığımızı bile bilemeyiz.
Bu yaşantımızı zorlaştırır, hatta hayatımızı tehlikeye atar. Onun için, bari
ulaşabildiğimiz pek az bir-iki gerçeği iyi savunalım. Onları hovardaca
harcayanlara fırsat vermeyelim.
***
Bilgi vermek, verilen bilgi sürekli geliştirilmezse yozlaşır. İslam eğitimi
de her eğitim gibi bir bilim temelinden yoksunsa adam gibi yapılamaz. Bu
nedenle İslam gibi karmaşık bir düşünce sistemi ve uzun bir tarihsel gelenek
içeren geniş bir konunun öğretileceği yer ortaokul ve liseler değil (hele
ilkokullar hiç değil), adam gibi araştırma yapılabilecek üniversiteler
olmalıdır. Bugün İslam kültürü hakkında otorite olan en önemli bilim adamları,
Müslüman olmayan ülkelerde yaşamaktadırlar. Bunun nedeni, İslam ülkelerinin 14.
Yüzyıl'dan beri bilime sırt çevirmiş olmalarıdır. Bilimsiz hiçbir şey
olmayacağı gibi, din de olmaz.
***
Sivillerin işi zor değildir. Önlerinde saat gibi çalışan bir örnek vardır.
Daha önce de defalarca yazdığım gibi, askerin eğitim başarısının nedeni
bütçesinin bol olması değildir. Bunun böyle olmadığını, eldeki paranın gerekli
silah alımına bile yetmediğini, Hilmi Özkök Paşa daha birkaç gün önce
televizyonlardan haykırmadı mı? Askerin eğitim başarısının anahtar sözcükleri
bilgi, eleştirel akıl ve bunların yönetimindeki disiplindir. Disiplinli yaşamı
kölelik sanan üniforma düşmanları, gidip Avrupa ve Amerika'da sivil yaşamdaki
disipline baksınlar. Türkiye'de onu uygulasak yeter de artar bile. İşte o zaman
askerimizle sivilimiz arasında fark kalmaz. Yoksa sivili her türlü yobazdan
korumak hep askerin omuzuna yük olur.
***
Türkiye'deki genel cehalet düzeyi gerçekten pek korkunçtur: Benim ''Afrika
düzeyi" diye betimlediğim düzeydedir. Bu cehaletin müsebbibleri de
Osmanlı'ya ilaveten 1946'dan bu yana Türkiye'yi yöneten kırsal kesim, bir başka
deyişle, köylü-kenar mahalle iktidarlarıdır.
***
Atatürk yine diyor ki, "Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir, doğa
bilimleridir. Bundan başka kılavuz aramak aymazlıktır, sapkınlıktır,
cehalettir." Bunun konumuzla ilgisi şudur: Kemalizm, ortalıkta doğa yasası
diye dolanan varsayımlardan herhangi birinin yanlış olduğunu düşündüğünüz
takdirde, onun yanlışlığını ispat ederek yerine daha iyisini koymanızı tavsiye
eder. Zaten insanlık bunu yaparak Aristo yasalarının yerine Newton yasalarını,
sonra onların da yerine Einstein yasalarını koymamış mıdır? Yani Kemalizm
bizlere yasalara karşı çıkacaksak, önce yasanın niçin yanlış bir temele
oturduğunu göstermemizi, ondan sonra onun yerine daha iyi bir yasa koymamızı
söylüyor.
***
Tarih, pek çok bilgisiz ve akılsız yöneticinin, yalnızca yönetici
olduklarından veya yöneticilik konumlarını, çeşitli rastlantılarla, halk
kalabalıklarının onayından geçerek ele geçirmeleri sonucunda, kendilerini
bilimin üzerinde görmeleri nedeniyle yarattıkları büyük faciaların hikâyeleri
ile doludur. Bu akılsız ve bilgisiz kişiler, kendilerini ikaz eden bilim
insanlarını susturmuş, hapsetmiş, hatta öldürtmüş veya en azından "onlar
kendi işlerine baksınlar" diyerek dinlememişlerdir. Atatürk'ün bu tür
insanların yaptıklarıyla tam bir tezat teşkil eden tutumu, başarısının bütün
uygar insanlığın önünde saygıyla eğildiği büyük dehasının yanındaki diğer
anahtarıdır.
***
Atatürk böyle bir tezi geliştirmeye niçin ihtiyaç duymuştur? Bir devlet
başkanı, bilimin ilgilenmesi gereken bir soruna niçin el atar? Bunun nedeni,
Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı ile Misak-ı Milli sınırları içerisinde esaretten,
hatta belki bir yok oluştan kurtardığı Türkçe konuşan Müslüman toplumun, bizzat
kendisini yönetenlerce, yani çoğunlukla İstanbul'daki Osmanlı seçkinlerince,
yüzyıllardır aşağılanmış olması, Araplardan miras alınmış "Etrak-ı
bi-idrak", yani "anlayışsız, idrak yeteneğinden yoksun Türkler"
sözünün, Türk halkı için bizzat kendi yöneticilerince kullanılması olmuştur.
Atatürk, yüzyıllarca cahil, aç ve sefil bırakılmış, bizzat kendi büyüklerince
sürekli aşağılanmış Türk halkına kazandığı büyük zaferden sonra yeni bir bilinç
verilmesi gerektiğini düşünmüştü. Bu bilincin bir parçası da Türklerin, idrak
yeteneğinden yoksul zavallılar değil, tersine tarihte büyük işler yapmış bir
ulusun temsilcileri olduğunun bilinmesi olmalıydı. Atatürk bu nedenle, o zamana
kadar özellikle Müslümanlık etkisiyle ihmal edilmiş olan Orta Asya Türk
tarihine de sahip çıkılması ve orada Müslümanlık öncesi Türklerin yarattıkları
kültür ve uygarlıkların gün ışığına çıkarılması gerektiğini düşünmüştü. Atatürk
ülkedeki bilim insanlarını bu yönde çalışmaya özendirmek için bizzat konuya el
atmak gereğini duymuştur.
***
Atatürk'ün "Türk Tarih Tezi"nin geliştirilmesiyle ortaya çıkan
Türk Tarihinin Ana Hatları adlı eserin önsözünde de anlatıldığı gibi üç temel
amacı vardı:
1 ) Tarihi, din kitaplarında anlatılan yaradılış efsanesinden arındırmak ve
insanlığın kökenlerini evrim kuramı çerçevesinde bilimsel bir temelde sunmak.
2) Türk gençliğine kendi ulusunun övünülecek büyük bir geçmişi olduğunu hatırlatmak.
3) Türkiye'de tarih bilimini Osmanlıvari bir vak'anüvislikten kurtarıp
modern araştırmalara dayanan bir araştırma dönemi başlatmak.
***
Profesör Semavi Eyice, Türk Tarih Tezi hakkındaki eleştirilerini
yayımladığı çalışmasında, o tarihte Türkiye'de Atatürk'ün öngördüğü kapsam ve
kalitede bir tarih projesini yürütebilecek bir kadronun olmadığını vurguluyor.
Fuad Köprülü ve Zeki Velidi Togan gibi bir iki istisna dışında bu şüphesiz
doğruydu. Genç Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu'ndan kelimenin tam
anlamıyla entelektüel bir enkaz devralmıştı. Bu enkazın Atatürk'ün arzuladığı
içerik ve kalitede bir bilimsel projeyi kavrayıp yürütebilmesi mümkün değildi.
***
Büyük asker, ne yapılırsa yapılsın, yanlış bilgiyle olumlu sonuçlara
varılamayacağını biliyordu. Canından çok sevdiği ulusunun dünyadaki tüm
uygarlığın yaratıcısı olduğunu içeren bir tezi ortaya atmış, bunun bilimsel
olarak sınanmasını istemişti. Sonuçlar istediği gibi çıkmayınca ısrar etmedi.
Tezini gürültüsüz patırtısız geri çekti ve Türklerin gelecekte uygarlığa büyük
katkılar yapmalarını mümkün kılabilecek bilimsel çalışmalara ağırlık
vermelerini emir ve vasiyet etti. Atatürk'ün tezine itiraz ettiği için hiçbir
bilim insanı işinden gücünden, hürriyetinden veya yaşamından olmadı. Türk
tarihçiliğinde asla Sovyet biyolojisinde Stalin'in emriyle yaratılan Lysenko
terörüne benzer bir terör yaşanmadı.
***
Atatürk hatasız bir insan değildi. Onu büyük yapan, gördüğü hatalarından
derhal geri dönmeyi, hatalı uygulamalardan hemen vazgeçmeyi kabul etmesi
olmuştur. Yanılmaz fikirlere, mutlak uyulması gereken kitaplara inancı yoktu.
Her ne nedenle olursa olsun yanılmazlık iddia edenlerin yalancılar ve
şarlatanlar olduklarını iyi biliyordu. Ulusunun her bireyinin her düşünceyi
tartarak, inceleyerek, sınayacak tartışmasını, her bireyin kendi özgün
düşünceleri olmasını istiyordu. Demokrasinin kullar arasında değil, düşünen,
bilgili insanlar arasında bir anlamı olduğunu dünyada en iyi kavramış liderdi.
Yaptığı her şey ulusunu özgür kılmak içindi. Kendisi kul doğmuştu, özgür bir
insan olarak yaşadı ve öldü. Aralarında doğduğu kulları, yani kendi
yurttaşlarını özgürleştirdi, uygarlaştırdı. Onlara hiç kimseye kulluk etmek
zorunda olmadıklarını hatırlattı. İnsan onurunu her şeyin üstünde tuttu ve o
onurdan en minicik bir ödünün bile verilmeden yaşanmasını önerdi. Bunun tek
yolunun bilimin yolunda yürümek olduğunu iyi biliyordu. Bilim kendisine karşı
çıktığı zaman bile, bilimin yolundan bu nedenle asla ayrılmamıştı. Bu nedenle
bugün onu ve rejimini resmi tarih yaratmakla itham edenler, onun bilimsel niyet
ve çabalarını, kendileri bilim yapmayı bilmedikleri için anlayamamış olanlardır.
***
Uygarlığın göstergelerinden biri de bir toplumda bireylerin ortalama yaşam
sürelerinin uzunluğudur. Yaşam süresi çok büyük ölçüde, bireyin ve toplumun en
geniş anlamıyla içinde yaşanılan çevreyi kullanma becerilerinin bir ölçüsüdür.
Çevrenizdeki besin ürünlerinden nasıl yararlandığınız, hastalıklarla nasıl başa
çıktığınız, çevrenizdeki kötü kültürel alışkanlıkları (sigara veya içki içmek,
muntazam spor yapmamak, doktor yerine üfürükçüye gitmek, mühendis yerine
kalfaya ev yaptırmak, kızların klitorisini kesmek vb.) ne derece ye kadar
yenebildiğiniz, dost ve düşmanlarınızla ilişkilerinizi nasıl ayarlayabildiğiniz
hep yaşam sürenizi etkileyen faktörlerdendir. Uygar insan bu faktörleri sürekli
geliştirerek ömrünü uzatır. Uygar olmayan insan ise bu faktörleri kontrol
altına alamadığı için onların oyuncağı olur ve çevresinin diktasında yaşar.
***
Kant'a göre Üst Fakültelerin görevi devlete memur yetiştirmektir. Bunlar
sırayla papazları, hâkim, savcı ve avukatları ve tabipleri eğiten kurumlardır.
Bu kişiler de halkın ahiretinden, bu dünyadaki emniyetinden ve sağlığından
sorumlu olduklarından devlet gözünde özel bir öneme sahiptirler. Bu önem
nedeniyle bunları eğiten fakültelerde verilen dersler devletin izin ve
kontrolüne tabidir. Kant bu fakültelerin verdikleri derslerin gözlemden ziyade
kendi dışlarında koyulan normlarla sınırlı olduğunu hatırlatır. İlahiyat Kutsal
Kitap’a, hukuk devletin hukuk kurallarına, tıp da Kant'ın tabiriyle reçeteye
bağlıdır.
***
Günümüzde yüksek tahsilin toplumun pek çok çeşitli ihtiyaçlarına doğrudan
cevap verecek şekilde baştan düzenlenmesi şüphesiz ki kaçınılmazdır. Ama
topluma dolaylı olarak hizmet veren "bilim için bilim" olmadığı
takdirde, toplum için yapıldığı iddia edilen bilimin bir yerde yozlaşmasının ve
raydan çıkmasının kaçınılmaz olduğu kesindir.
***
Bilgi iki şekilde sağlanabilir. Ya bir yerden alınıp nakledilebilir veya
doğrudan üretilebilir. Nakil iki nedenden ötürü sakıncalıdır: 1) Bilgiyi
yalnızca naklederseniz, üniversite dışından birisi de aynı işi yapabilir.
Dolayısıyla üniversitenin gücü zayıflar. 2) Nakil esnasında kaçınılmaz olarak
bilgi kaybı olur. Bu da bilginin ilksel kaynağına nazaran nakledeni daha güçsüz
yapar. Türkiye'de üniversite adını kendilerine yakıştıran kurumlar bilgi
üretmek yerine büyük ölçüde bilgi naklettiklerinden bu her iki dezavantaj
nedeniyle büyük güç kaybına uğrarlar ve bu nedenle toplumda ciddiye alınmazlar.
Tek güçleri verebildikleri diplomalardır ve tıp gibi bazı servislerdir.
Diplomalar iyi bir iş için kartvizitten öteye geçmedikleri halde, kalabalık
nüfuslu, halkı cahil ve kötü ekonomili bir ülkede büyük kıymeti haizdirler.
***
En iyi jeolog kütüphanelerde yetişir. Doğayı tanımak, bir hayvan gibi
doğada dolaşmakla olmaz. Doğayı tanımak isteyen, önce kendi zamanına kadar insan
bilgisinin ulaştığı düzeyi edinmek zorundadır ki, sıfırdan, mağara adamı
düzeyinden başlamasın. Daha sonra doğaya bu bilgi hazinesinin pencerelerinden
bakar. Zeki ve yetenekli ise o bilgi hazinesinin pencerelerindeki eksiklik,
bulanıklık ve kırıklıkları görür, tamir eder. Yeteneksiz ve aptalsa zaten o
bilgi hazinesi olsa da olmasa da baktığını göremez. Onun için okul denen kurum
önemlidir. Onun için okulu yaratan uygarlık önemlidir. Onun için şehirde
oturmak, şehrin bağrında okuyarak büyümek önemlidir. Onun için kampüs içinde
okul olmaz; olsa olsa meyve bahçesi veya piyade talim alanı olur.
Yorumlar
Yorum Gönder