Kitabı PDF olarak indirme bağlantısı:
https://drive.google.com/file/d/0B5NFhcSl0HKAdWpTMnNGVHZxUzQ/view?usp=sharing
SELÇUKLU, OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ
HANGİ MİLLETİN DEVLETİ?
Böyle garip bir
soru olur mu demeyiniz. Lütfen son 10 yılda yapılanları ve tartışılanları
hatırlayınız. Sıfırdan “yeni ve sivil” anayasa yapacağız iddiasıyla,
Türk Milleti’nin 1000 yıllık egemenliğini temelden sarsacak nitelikte
düzenlemelerin yapıldığını göreceksiniz.
Bakınız, anayasamız
bireylerin eşitliği temelinde, Türk Devleti üniter ve milli, dili
Türkçe, dediği halde neler yapılmış;
·
Devlet televizyonunda
24 saat Kürtçe yayın yapılması
·
Kürtçenin devlet
okullarında seçmeli ders olması
·
Üniversitelerde Kürtçe
bölümlerin açılıp, öğretmen yetiştirilmesi
·
Partilere etnik
dillerde propaganda imkânı tanınması
·
Etnik örgütlenmelerin
ve bölücülük propagandasının serbest bırakılması
·
Etnik partilere fiilen
(defakto) izin verilmesi
·
Yerel belediyelerin
“Kürtçe” yazışma yapmaları
Bu şekilde pek çok
düzenleme yapıldı. Etnik gruplar siyasallaştırıldı, tüzel kişilik
kazandırılarak egemenliğe ortaklığı başlatıldı. Altyapı hazırlığı tamamlandı,
sıra devletin üniter-milli yapısına geldi. Millî (bir millete ait) devlet ortak
kabul etmez. Bunun için anayasadan egemenliğin Türk Milletine ait olduğunu
gösteren hükümlerin kaldırılıp, egemenliğin etnik grupların ortaklığına müsait
hale getirilmesi gerekiyor.
Bütün bunlar; Türk Milleti de etnik
gruplardan biridir, tek başına egemenliğe sahip olamaz iddiasına
dayandırılıyor.
Esasen, “yeni ve
sivil” anayasa ihtiyacı da bu anlayıştan, yani Türk’ün hepimizin milletinin
adı olduğu gerçeğinin inkârından kaynaklanıyor. “Türkiye’yi dönüştürme”
dedikleri de budur. Haçlılar da işbirlikçi iç mihraklar da, anayasa
değişikliğini aynen böyle anlıyorlar.
Büyük Ortadoğu
Projesi’ne (BOP) göre; çok ortaklı devlet kurulunca, önce Irak’ın kuzeyindeki “özerk
yönetimin”, sonra yetişebilirse Suriye’deki benzer bir “özerk
yönetimin”, bu ortaklığa katılmasına sıra gelecektir. Bu eski bir ABD
projesidir. Buna göre önce Türkiye toprakları büyüyecek ve bu durum toplumda
büyük bir memnuniyet uyandıracaktır. Ancak güneydoğu ile entegrasyon
tamamlanınca, “Büyük Kürdistan” kurulacak, yani “ikinci İsrail”
doğmuş olacaktır.
Görüldüğü kadarıyla
haçlıların ve işbirlikçilerin anayasa konusunda acelesi vardır. Türkiye, İran,
Irak ve Suriye’nin gerginliğini, ABD’nin bölgedeki diplomatik atağını ve
Erdoğan, Barzani, PKK, Genel Kurmay Başkanı Özel gibi aktörlerle yürütülen kapalı
görüşmeleri bu açıdan yorumlamak mümkündür.
Anayasanın müsait
hale getirilmesi için de, bölücü teröre “demokratik
ve siyasi bir çözüm” bulunması gerekiyor. Bunun için şunların yapılması
isteniyor:
1)
Ya
Türk adı anayasadan çıkmalı veya diğer etnik adlar da girmeli
2)
“Türk
etnik” grubu ile diğerleri devlete ortaklıkta eşit konumda olmalı
3)
Ana
dillerde eğitim kabul edilmeli
4)
Etnik
özerk bölgeler kurulmalı
Evet, Türkiye’ye
dayatılanlar bu kadar sade ve açıktır. Yani, 1923 öncesine dönmemiz, haçlılar,
işbirlikçiler ve PKK ile anlaşarak devleti ortaklık temelinde yeniden kurmamız
istenmektedir.
STK’LARIN “YENİ VE SİVİL” ANAYASA GÖRÜŞÜ
Şimdi de “yeni
ve sivil” anayasa için yapılan çalışmalara değinelim. Öncelikle TBMM uyum
komisyonuna sunulan önerilere bakalım. Sonra da tarihimize yönelerek, “millet,
devletin dili ve egemenlik” gibi hususları ağırlıklı olarak
ele alalım.
Meclise görüş
bildiren STK’lardan bazıları şunlar:
Hak-İş, Müsiad, Tüsiad, Tesev, Memur-Sen,
Mazlum-Der, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Abant Platformu, İnsan Hakları
Derneği (PKK’nın yan kuruluşu), Kesk, İmam Hatip Liseleri Mezunları ve
Mensupları Derneği, Ehlibeyt Vakfı vb.
Bunlara, henüz ne
olduğu açıklanmayan “yeni ve sivil”
anayasayı şimdiden kurtuluş reçetesi gibi tanıtan ve bunun için
Türkiye’yi dolaşıp kamuoyu oluşturmaya çalışan TEPAV’ı da ilave
etmeliyiz.
Bunların
görüşlerindeki ortak noktalar ise, anayasadan Türk adı çıkarılmalı,
egemenlik açısından bütün etnik gruplar (Türk de dâhil) eşit konuma
getirilmeli, ana dilde eğitim ve öğretim yapılmalı, etnik özerklik tanınmalı şeklinde
özetleyebiliriz.
Bilindiği gibi bu
görüşleri; AKP, CHP, BDP, ABD, AB, Barzani, PKK, İslamcı Kürtçü Partiler ve
yazarlar, ikinci cumhuriyetçiler gibi işbirlikçiler de hararetle savunmaktadırlar.
Bu önerileri biraz
daha yakından görelim.
Devlet memurlarının
sendikası Memur-Sen adına hazırlanan raporda;
“Vatandaşlık etnik bir kimliği (Türk’ü) esas aldığından, diğer etnik
grupları yok saymaktadır… Bütün etnik grupları referans almak için Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığını esas almalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık
bağı bulunan herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır denilmelidir.” (Akyüz, s. 41)
Abant Platformu
sonuç bildirisinden okuyalım;
Dil konusu; “Anayasa'da
farklı anadillerde eğitim yapılma hakkı tanınmalıdır. Veya “Resmi dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi şartı ile herkes eğitimde
anadilini kullanma hakkına sahiptir.”
Özerklik konusu; “Türkiye'nin
idari yapısı, yerinden yönetim (âdem-i merkeziyet) esasına dayanır. Yerel
yönetimler üzerindeki her türlü idari vesayet kaldırılmalıdır. Veya Merkezden
yönetim istisna, yerinden yönetim esastır.” (26. Abant
Bildirgesi)
Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı’nın teklifi:
“Anayasanın başlangıç bölümü kaldırılmalı. Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydası, yeni anayasanın temel felsefesi olmalı.
İlk ve ortaöğretim kurumlarında eğitim dili Türkçe olup yeterli sayıda velinin
talebi halinde diğer bir dilin de eğitim dili olarak kullanılması ve ayrıca
anadillerin öğretilmesi için gereken düzenlemeler yapılır.”
TEPAV’ın ülkeyi
tarayan konferansları da oldukça ilginçtir. Başta TBMM Başkanı Cemil Çiçek (yetkisizliğini ve tarafsızlığını unutup),
TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu ve parti temsilcileri ile birlikte il il dolaşarak,
bol bol “yeni ve sivil” anayasa reklamı yapıyorlar. Şu ana kadar 12 ilde
toplantı yapılmış. Konuşmalarda; mevcut anayasayı ve 1987’den 2010’a kadar TBMM
tarafından yapılan 136 değişikliği aşağılayan, kamuoyunu meçhul bir anayasa
için şartlandırmaya çalışan telkinler ve propagandalar yapılıyor. Özellikle,
devletimizin milli ve üniter kimliğini savunanlar eleştiriliyor, içeriği
açıklanmayan “yeni ve sivil” anayasanın her derdimize deva olacağı
reklam ediliyor.
TBMM Başkanı Çiçek,
acelesi olmalı ki, üstüne vazifeymiş gibi, bu anayasanın yazımına 1 Mayıs'ta başlanacağını, yılsonuna da
hazır olacağını açıklıyor. (12
Mart 2012)
CUMHURİYET ÖNCESİNDE ANAYASA TARTIŞMALARI
Hayati derecede
önem arz eden bu tespit ve iddialarımızı daha da geniş ve derin bir çerçevede
ele almak isteriz. Bunun için Cumhuriyet öncesi döneme, dünyanın genel durumuna
ve uluslararası hukuka bakmaya çalışacağız. Bilindiği gibi; 1876, 1921, 1924,
1961 ve 1982 anayasaları da sıfırdan yapılmıştır, ama devletin Türk Milleti’ne
ait olduğunu gösteren kurucu hükümler hep aynı kalmıştır. Aynı kalması da
zaruri idi. Zira kurucu irade Türk Milleti’ne aitti. Beylikler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı
gibi Türkiye Cumhuriyeti de Türk Milleti’nin devletiydi ve ortağı da yoktu.
Evet, aslında
egemenliğimiz ve Türk Milleti üzerinde yürütülmek istenen operasyonlar yeni
değildir. Bu sahneler Osmanlı Devleti’nin son döneminde de, bire bir
yaşanmıştır. Devletin kimliği ve dili açısından bugün iddia edilenler, o
dönemin kopyası gibidir. Demek ki biz bu filmi daha önce de aynen görmüşüz. Ama
ders almadığımız ve tarih şuurundan mahrum olduğumuz için tekrar ciddi
tehlikelerle karşı karşıya bulunuyoruz.
Meşrutiyet dönemini
hatırlayalım. Sultan Abdülhamit Han Padişah. 1876 Kanunu Esasi tartışılıyor.
Entrikalar birbirini kovalıyor. Örnekler verelim:
Anayasa için üç ayrı komisyon kurulmuş.
Mithat Paşa’nın başkanlık ettiği komisyonun devletin diliyle ilgili teklifi, “yeni ve sivil” anayasa diyenlerle aynı
nitelikte. Okuyalım: “Osmanlı halkının her biri, kendi lisanı
üzere talimi tekellümde serbesttir.”
Yani Osmanlı halkının her biri kendi lisanı üzere eğitim, öğretim ve
konuşmada serbesttir. (Pekdemir, s. 39)
İlginçtir, anayasa çalışmalarının arkasında o
gün de batılı güçler var. Basın yoluyla kamuoyunu yönlendirmek, çıkarlarına
uygun bir anayasa yapılmasını sağlamak için işbirlikçi devlet adamlarını
desteklemekteler. Birkaç misal verelim.
İngiltere’de yayımlanan 15.11.1876 günlü
Westminster Gazette’nin haberine bakalım:
“İstanbul’daki Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin anayasa hazırlıklarında
verdikleri destek, Türkleri bir kere daha medeniyet kapısından içeri
sokacaktır. Anayasanın, üzerinde müzakereler yapılan bir maddesine göre,
Osmanlı Devleti’nin çeşitli milliyetleri bundan sonra artık kendi dilleri ile
okuyacaklar, yazacaklar ve devlete başvuruda bulunacaklardır. Böylece çok yakın
zamanda, her milliyetin kendi muhtar idaresine kavuşması da imkân dâhiline girecektir.
Türk asıllı olmayanlar, geri kalmış bir kültür olan Türkçenin engellerinden
kurtulacaktır.”
Bu yazının sonundaki imzanın sahibi ise, “Evangelos Petridis, Heybeliada Ruhban
Okulu Müdürü ve Patrik yardımcısıdır.”
(Pekdemir, s. 39)
Bugün Ruhban Okulunu açmaya çalışanlar,
PKK’nın siyasi ve demokratik çözüm(!) talebini savunanlar, meselenin kökünün
nerelere kadar gittiğini anlamak için bu haberi iyice okumalıdırlar.
Anayasa, ortak komisyonda müzakere edilirken
de, Trablusşamlı Bahattin Dai Efendi şu teklifi yapar:
“Peygamber efendimiz Arapça konuşur. Her padişah Türkçenin kısırlığının
kurbanı olmamak için, Arapça öğrenir. Anayasayı bu çeşitli halklara nasıl
Türkçe olarak anlatabilirsiniz? O halde her unsurun kendi mektebi, kendi
gazetesi, kendi kâtibi ve kendi dairesi olması gerekir.” (Sevinç,
s. 434)
Görülen o ki, o zaman da, günümüzde olduğu
gibi, devletin kurucusu olan Türk Milleti’ne karşı, Müslim Gayrimüslim aynı
safta yer alabilmişler. Oldukça anlamlı değil mi?
Mithat Paşa, Nafıa Müsteşarı Ermeni Odyan
efendiyi, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby’ye gönderip desteğini ister.
Odyan efendi; “Bu anayasa Hıristiyan ve diğer uyrukluların hukuklarını daha fazla
temin edecektir. Bu konuda istediğiniz güvenceyi hükümetim kabul edecektir.
Anayasayı Avrupa hükümetleri tarafından garanti altına almanızı teklif
ediyorum…“ der. Bu talep Osmanlı’nın içişlerine açıktan karışmak olarak
görüldüğünden kabul edilmez. (Bardakçı)
136 yıl önce yaşanan bu ibret verici acı
gerçekler, bugün de aynen tekrarlanmıyor mu? İçerisi ve dışarısı işbirliği
yaparak devletimizin temellerini oymaya ve milletimizi aldatmaya çalışmıyor mu?
Devam edelim. Anayasa hazırlama komisyonu
uzun tartışmalardan sonra orta yolu bulur. Taslağın 18. Maddesi şöyle olur: “Osmanlı ülkesinde yaşayan unsurların her
biri kendilerine ait dil ile eğitim ve öğretimde muhtardır. Fakat devlet hizmetinde bulunmak için
devletin resmi dili olan Türkçeyi bilmek şarttır.” (Gencer,
s. 186) Yani resmi dil Türkçe, ama unsurların diliyle eğitim ve öğretim
serbest olabilecektir.
Bu öneriler bugün de önümüze konuyor. Koca
Osmanlı’yı halletmişler, demek ki şimdi sıra bugünkü devletimize gelmiş oluyor.
Tarih tekerrür ettirilmek isteniyor.
Bu metne sadece Eğinli Sait Paşa itiraz eder
ve Sultan Abdülhamit Han’a bir
layiha (rapor) verir.
Durumu yakından takip eden Sultan Abdülhamit Han, Mithat Paşayı çağırtıp, şu
uyarıda bulunur:
“Bilmeliydiler ki Paşa, nasıl Kur’an-ı Kerimi Arapça okumaktan
vazgeçmezsem, devletimin toprakları üzerinde de, Türkçe konuşulmasından ve Türk
lisanından başkasını kabul edemem. Böyle bir maddenin yer alacağı Kanun-u
Esasi’yi bana getirmeyin.” (Sevinç, s. 435)
Padişahın kararlı tutumu üzerine madde
düzeltilir. Ama dil tartışmaları mecliste devam eder. 12. oturumda Suriye
Milletvekili Nevfel, Erzurum Milletvekili Ermeni Hanazap ve İstanbul
Milletvekili Vasiliki Efendi, devletin dilinin değiştirilmesi amacıyla ortak
bir teklif hazırlar. Buna göre; “Osmanlı
Devleti’nin resmi dilinin Türkçe olduğunu belirten madde değiştirilmeli ve
resmi dil olarak Türkçe ile beraber Rusça ve Ermenice de kabul edilmelidir.”
(Pekdemir, s. 46)
Önergeyi gören Meclis Başkanı Ahmet Vefik
Paşa öfkeyle;
“Bu ne vicdansızlık ve bu ne vefasızlıktır!.. Sizler hala evinizde,
okullarınızda, kitaplarınızda kendi dilinizle yazıyor ve konuşuyorsanız, bu
imkânı bu devletin alicenaplığına borçlusunuz. Teklifinizi vermemiş olun. Ben
de duymamış olayım” diyerek
işleme koymaz. (Pekdemir, s. 47)
Bugün de, Mithat paşalar, Odyan efendiler,
Nevfel efendiler, Hanazap efendiler, Vasiliki efendiler görev başındadırlar.
Ancak Sultan Abdülhamit Han gibi
bir devlet başkanımız, Ahmet Vefik Paşa gibi bir Meclis başkanımız var mıdır?
İşte Abdullah Gül, işte Cemil Çiçek ve işte R. T. Erdoğan… Neler neler
yapıyorlar ortada…
***
Bölücü ve yıkıcılarla böylesine bir
mücadeleden sonra, büyük devlet adamı Sultan Abdülhamit Han ve milli şuur sahibi devlet kadroları sayesinde Anayasa
Mecliste onaylanır. Şer cephesinin hevesi kursağında kalır. Devletin ve
egemenliğin Türk Milletine ait olduğunu gösteren esaslar kesinleşir. 1921,
1924, 1961 ve 1982 anayasalarında da aynen devam eden Kanuni Esasi’deki bu
esaslar şöyledir:
Madde 1. Osmanlı devleti, ülkesiyle bir
bütündür, hiçbir gerekçeyle bölünemez.
Madde 2. Osmanlı Devletinin başşehri
İstanbul’dur.
Madde 8. Osmanlı Devleti’nin uyruğunda
bulunanlara “Osmanlı” denir.
Madde 17. Yasa önünde bütün Osmanlılar
eşittir. Kişilerin, din ve mezhebine bakılmaksızın vatana karşı aynı hak ve
ödevleri vardır.
Madde 18. Devlet memuru olabilmek için “devletin resmi dili” Türkçeyi bilmek
şarttır.
Madde 57. Mecliste müzakerelerin dili Türkçedir.
Madde 68. Türkçe bilmeyen milletvekili olamaz.
Madde 71. Milletvekilleri, seçim bölgesinin
ayrıca vekili olmayıp, Osmanlı vekilidir.
(Kili - Gözübüyük, s. 31, 32, 33, 37, 38, 39)
Tekrar edecek olursak, bu esaslar Osmanlı
Devletinin milli ve üniter yapıda olduğunu göstermeye, sanırız yeter. Cumhuriyet
dönemi de aynıdır. Zira devlet Türk Milleti’nindir.
Ancak unutmayalım ki anayasa yapılırken,
Osmanlı Cihan Devleti son nefeslerini almaktaydı. Türkçe bilenler, Arapça
bilenlerden daha azdı. Medreselerde eğitim Arapçaydı ve Padişah aynı zamanda
Halife sıfatını taşıyordu.
Bu şartlarda devletin resmi dili Türkçe yerine,
Türkçe ve Arapça denilebilirdi. Bu da çok normal görülebilirdi. Ama Türkçe
denilmiştir. Acaba neden? Hiç şüphe yok ki, Devlet Türk Milleti’ne aittir de
ondan.
SULTAN HAMİD’İN MİLLİYETÇİLİĞİ VE DEVLET ADAMLIĞI
Sultan Abdülhamit Han egemenlik konusunda da
son derce hassastı. Şu örnek, sanırız fikir vermeye yetecektir:
Piriştina Belediye Meclisi, “hutbelerin Arnavutça” okunmasına dair
aldığı kararı, izin için İstanbul’a gönderiyor. Bu duruma karşı Sultan
Abdülhamit Han’ın verdiği ret cevabı şöyledir:
“Bu benim Hükümranlık (egemenlik) hakkımdır. Hala
dilimizi öğrenmemişler mi?” (Sezgin)
Bilindiği gibi Müslümanlar, devletleri
bağımsız ise cuma namazı kılabilirler. Çünkü Cuma hem din, hem de egemenlikle
ilgili olan bir ibadettir. Bunun içindir ki hutbe hükümdar adına okunmaktadır.
Bugün bu gerçeği unutmuş görünen bazı Diyanet yetkililerinin, “etnik dilde” ezan, Kur’an, Hutbe,
Mevlit gibi siyasi söylemlerde bulunması ne kadar sorumsuzca ve endişe
vericidir.
Bir düne, bir de bugüne bakalım. Dün
tarihimizin en bunalımlı döneminde bile egemenliğimizi temsil eden kadroların,
milletimize ve devletimize sahip çıkma konusunda ne kadar kararlı ve şuurlu
olduklarını göreceğiz. Bu haysiyetli duruşla gurur duymamak ve bundan ibret
almamak nasıl mümkün olabilir?
Milli kimliğimizin en önemli unsurlarının
başında dilin geldiği malumdur. Türk Dili konusunda Sultan Abdülhamit Han’ın
gayretleri, hayranlık uyandıracak kadar çok ve muhteşemdir. Özetlersek; dilin sadeleştirilmesi, yabancı sözcüklerden
arındırılması ve geliştirilmesi için, Sultan iki tamim, bir tebliğ
yayımlatmıştır. İlki Fuat Köprülü’nün açıkladığı 18 Mart 1894 tarihli vesika,
ikincisi de Nihat Sami Banarlı tarafından tam metni yayımlanan vesikadır. Bu
vesikalarda sözün, güzel ve doğru söyleme kurallarına uygun olması, mümkün
olduğu kadar Arapça ve Farsça kelimeler yerine Türkçesinin kullanılması,
Türkçeye sokulmaya çalışılan bu tür sözlerin bilhassa okullarımızda
kullanılmaması; dil işinin ancak ilim cemiyetleri kurmak suretiyle
yürütülebileceği, yazı dili ile konuşma dilinin yaklaştırılması ve İstanbul
ağzının yaygınlaştırılmasının esas tutulması gibi hususlar belirtiliyor. (Banarlı, s. 6)
Padişah bu çerçevede Milli Eğitim Bakanı
Zühtü Paşaya, Babıali vasıtasıyla gönderdiği tebliğ ile yaz tatilinde
öğretmenlerin, halkın dilindeki Türkçe kelimeleri araştırmasını ve yazarak
toplamasını emretmiştir. (Banarlı, s. 8)
Sultan Abdülhamit Han’ın devlet adamlığı
anlayışını, Başkâtip Tahsin Paşaya söylediği, kulaklara küpe olacak nitelikteki
şu sözlerinde buluyoruz:
“Bir hükümdar için lazım olan şey, memleketin yararıdır. Eğer bu yarar
anayasanın ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat iyi uygulanır mı, Türk’ün yararı
saklı kalır mı, burasını kestiremiyorum.” (Danişmend, s.
201)
Bu bakımdan Meşrutiyetin ilanında, Padişah’ı
en çok unsurlar meselesi düşündürüyordu. Mesele, devlette Türk’ün diğer
unsurlar toplamına oranla azlıkta kalmasıydı. Ali Paşa gibi, o da meclisin
unsurlar çekişmesine sahne olacağı endişesini taşıyordu. Bu sebeple 2.
Meşrutiyetin ilanından önce, Türk Milliyetini koruyacak bir anayasa yapmak
için, Avrupa anayasalarını tercüme ettirip incelemiştir.
Sultan Abdülhamit Han şuurlu bir
milliyetçiydi. Ona göre Türkçe çok önemliydi. Türk sadece Osmanlı sınırları
içinde yaşayanlardan ibaret değildi. Bunun en güzel örneğini, Azerbaycan
Türkçesini kurtaran şu gayretinde görüyoruz:
“İran Şahı Muzaffereddin Kaçar’ın İstanbul’a gelmesinden yararlan
Abdülhamit Han, o zamana kadar Azerbaycan okullarında okutulması yasak olan,
Türk diline ait yasağın kaldırılmasını sağlamak suretiyle, milliyetçiliğinin
büyük bir delilini daha göstermiştir. Şahın, memleketine dönerken yolda İran
Milli Eğitim Bakanlığı’na telgrafla emir vermiş olduğundan bahsedilir. İstanbul
gazeteleri bu millî müjdeyi, 1900 yılının 29 Ekim Pazartesi günü yayımlamışlardır.
O zamanki ‘Tercüman’ı Hakikat’ gazetesinin ifadesine göre; Muzaffereddin
Şah, “Azerbaycan’da bulunan okullarda, bundan böyle Farsça ile beraber
Türkçenin de birlikte okutulmasına ve özellikle Türkçenin gereği gibi
öğretilmesine dikkat edilmesini” emretmiştir.
Her halde Sultan Abdülhamit Han’ın bu başarısı Türk Milliyetçiliği
tarihinin hiçbir zaman unutamayacağı bir hizmettir.” (Danişmend,
s. 201, 202)
Hatırlamalıyız ki, Anadolu’da olduğu gibi
İran coğrafyasında da, Türkler 1000 yıl (1924’e
kadar) egemen olmuşlardır. Bugün bu geçmişe ve İran nüfusunun, en az
yarısının Türk olmasına rağmen, üzücüdür okullarda Türkçe yasaktır.
OSMANLI’DA TÜRKÇE VE TÜRKLÜK
Türkçeye sahip çıkılması ve
zenginleştirilmesi, elbette Abdülhamit Han dönemiyle sınırlı değildir. 1839’da
tahta çıkan Abdülmecit döneminde de önemli çalışmalar yapılmıştır. 1848’de
Muallim Okulu, 1850’de ilk Türk Akademisi olan Encümeni Daniş kurulmuştur.
Cevdet Paşa’nın hazırladığı beyannamede, “Akademi,
Türk dilini geliştirmeye çalışacaktır. Bu dil ihmal edilmiştir. Eskiler
eserlerinde Arapça ve Farsça kelimelere o kadar yer vermişlerdir ki, bir
sayfada birkaç Türkçe sözcüğe rastlanmaktadır.” (Sevinç, s. 506)
Akademinin ilk kararı, Türkçe gramerin,
Türkçe sözlüğün, sade bir dille Türk tarihinin hazırlanması ve
basılmasıdır. Encümeni Daniş’in
yayımladığı ilk eser, Fuat ve Cevdet Paşaların birlikte yazdıkları Osmanlı Dilinin Kuralları adlı
gramerdir. Arkasından Cevdet Paşa’nın ünlü Tarihi
Cevdet isimli eseri yayımlanmıştır.
Söz buraya gelmişken, Osmanlı kavramı
üzerinde de durmak isteriz. Çünkü o dönemde bile bu kavram, çok farklı
anlaşılmıştır. Bu bakımdan zihni karışıklığa ışık tutacağı düşüncesiyle, ünlü
bilim adamımız Fuat Köprülü’nün “Osmanlı
Telakkisi” başlıklı makalesinden bir bölümü aktaralım.
Köprülü diyor ki; “Osmanlı kelimesi bir devlet, yani bir siyasi heyet adıdır; yoksa bu
kelime Tanzimatçıların zannettiği gibi ‘dinde,
lisanda ve netice olarak hissiyatta’ müşterek bir millet unvanı değildir.
Binaenaleyh Osmanlılık demek, Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin, vs.
toplu heyeti demektir.
Devletimizi büyük bir içtimai daireye benzetecek olursak; merkezi
daireyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi, ilkine sıkı bir surette
merbut (bağlamış) olarak İslamlık, son daireyi de Türk ve
İslam cazibe kuvvetine tabiatıyla boyun eğmeye mecbur olan Hıristiyan unsurlar
teşkil eder. Osmanlı Devletinin şimdiye kadar vatanın parçalarından birçoğunu
kaybetmesi, Türk merkezi kuvvetinin zaafından ileri gelmektedir.” (Köprülü, s. 33)
Köprülü pek tabiidir ki, Osmanlı bir Türk
Devletidir diyor.
Geçtiğimiz aylarda vefat eden Neslişah Sultan’ın hayatını yazan
Murat Bardakçı, merhumun annesi Sabiha Sultan’ın şu sözlerini aktarıyor: “Bugün
Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir. İmparatorluk ayrı bir
devirdi, fakat o da Türk’ündü, bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır.
Devlet aynıdır. Rejim değiştiği için
isim değişmiştir.”
(Hürriyet, 23.10.2011)
Hanedanın içinden gelen bu çığlıkta da aynı
mesaj yüklü değil mi?
Bir de TBMM’nin 1922’de aldığı 308 numaralı
karara bakalım. Karar şöyledir: “Osmanlı
Devleti’nin kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti… düşmanlarına karşı
kıyam etmiş… bu günkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.” (Kili-Gözübüyük,s.96)
Evet, Selçuklu da, Osmanlı da Cumhuriyet de
Türk Milleti’nindir. Sultan Alparslan, “Biz bidat nedir bilmeyen temiz
Müslümanlarız. Bu sebeple Allah halis Türkleri aziz kıldı” diyerek devleti bu
iki temel üzerine kurmuş ve Anadolu’nun kapısını bizlere açmıştır.
Hala şüphesi olanlar varsa, gece ve gündüz
kadar hakikat olan bu gerçeği artık kabul etmelidirler.
İşte haçlıların “yeni ve sivil” anayasa ile yıkılmasını istedikleri, bu tarihi
gerçektir. Yani, bir olan milletimizin ve milli devletimizin bölünmesidir.
Abdülhamit Han’ın meclisi kapatması üzerine
Alman birliğini kuran ünlü devlet adamı Bismarck diyor ki; “İyi ettiniz de meclisi feshettiniz. Bir devlet tek bir milletten
mürekkep olmadıkça, meclis faydadan ziyade zarar verir.” (Bardakçı,
(b), s. 135)
Bu meselede ünlü İslam düşünürü Şeyh
Cemalettin Afgani’ye de bakalım: “Milliyetçilik
dışında saadet yoktur. Fertleri dil, yani ırk (millet) ile din birbirine
bağlar. Fakat dil birliği daha önemlidir. Çünkü dil ve ırk (millet) değişmez,
ama insan isterse dinini değiştirebilir.” (Sevinç, s. 507)
Böylesine sağlam ve güçlü deliller karşısında
uyanmak, tarihe ve dünyaya bakıp ders almak gerekmez mi?
Dünya dedik, ona da kısaca bakalım. Görüyoruz
ki; ülkelerin tamamına yakını egemenliği, bir millet, bir devlet, eşit birey
esasına göre inşa etmiştir. Uluslararası hukuk da aynen böyledir. Devlet, millet çoğunluğunun
ortak değerleri üzerine kurulur. Mesela, çoğunluğun dili, devletin dili olur. Yerel dil ve özelliklere, devletin hukukunda
yer verilmez. Ama bunlar toplum içinde hür bir şekilde yaşanıyor. Buna, devlet bir dilli, millet birden çok dilli
olur diyebiliriz.
Konjonktürün sonucu olarak veya emperyalist
güçlerin çıkarlarına göre kurulan; SSCB, Yugoslavya, Çekoslovakya, (bölünerek
milli devlet oldular) Belçika, (fiilen bölündü) Kanada ve Irak gibi yapay ülkeler
istisna teşkil ettiğinden, emsal yapılamazlar. (Diğer taraftan bölünen Doğu ve
Batı Almanya, bir millete ait olduğu için, 45 yıl sonra birleşmiştir.) Ayrıca
sosyolojiye ve dünya hukukuna göre, etnik gruplar milletin rakibi değil, bir
bölümü olduğundan, bunlar üzerine devlet kurulamaz. Milli egemenlik milletin
bütününe aittir ve ortağı olamaz. Türk’ün devlet felsefesi buna, “egemenlik tecezzi (bölünme) kabul etmez.
Aynen iffet ve namus gibidir, bölüşülemez” demektedir.
İşte, sıfırdan “yeni ve sivil” anayasa yapmak isteyenlerle anlaşmanın imkânsızlığı
buradadır. Bunlar Cumhuriyet dönemini kabul etmediği için, biz çözümü
milletimizin en büyük eseri olan Osmanlı’da, tarihi kültürümüzde ve dünyanın
genel durumunda aramaya çalıştık.
SON SÖZ
Bu gerçekler ışığında, samimi ve namuslu düşünenlere
seslenerek diyoruz ki:
Asırlar ötesinden gelen ve bedeli fazlasıyla ödenmiş bulunan muhteşem
medeniyetimiz, egemenliğimiz ve devam eden sarsılmaz birliğimiz karşısında,
sizleri yeniden düşünmeye davet ediyoruz.
1000 yıllık tarihî tecrübemizi inkâr ederek; bir ve bütün olan milletimizi,
milli devletimizi ve egemenliğimizi ayrıştırıp, siyasallaştırılmış etnik
gruplara dayalı “çok ortaklı devlet”
düzeni kurma siyaseti, ülkeyi felakete sürükler. İç çatışmayı ve kardeş
kavgasını kaçınılmaz hale getirir.
Dünyada bunun en yeni örneği, işgalci
emperyalist batının kurduğu “Irak
Federal Cumhuriyeti”dir. Bu sebeple de akan kan durmamaktadır.
Gelinen noktada; bütün bunların haçlının
etnik fitne tuzağı olduğu görülmelidir. Bunca acıdan sonra artık, batıl üzerine
devlet inşa edilemeyeceği kabul edilmelidir.
“Yeni ve sivil” anayasa yapacağız şaşırtmacasıyla, Türk’ün devletinin
elinden alınamayacağı bilinmelidir.
Bu vesile ile ana
fikri egemenliğimizin teslimi olan “yeni ve sivil” anayasaya
bugüne kadar doğrudan veya dolaylı, bilerek veya bilmeyerek destek veren bazı
Türk Milliyetçilerini, tarihe ve aynı ülküyü taşıyan gelecek nesillere karşı
olan sorumluluklarının bilincinde olarak, Türk Milleti’ne ve onun devletine
sahip çıkmaya çağırıyoruz.
ÖZETİN ÖZETİ
Ya 1000 yıllık egemenliğe son ve “çok ortaklı
etnik devlete” evet;
Ya da devleti ebet müddete devam…
Ya bu aldatmacaya, evet;
Ya da tarihin hakkınızdaki hükmünü düşünerek,
hayır diyeceksiniz!
Buyurun! Karar sizin!
KAYNAKLAR
1.
Hüseyin Rahmi Akyüz (Ed.), Yeni Anayasa
Raporu II, Ankara, Memur-Sen (Memur Sendikaları Konfederasyonu), Aralık 2011.
2. 26. Abant Toplantısı Sonuç Bildirgesi http://www.samanyoluhaber.com/gundem/Iste-Abant-Toplantisi-sonuc-bildirgesi/739126 (06.05.2012)
3.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı,
http://www.haber3.com/iste-gulenin-anayasa-onerisi-1121607h.htm (06.05.2012)
http://www.haber3.com/iste-gulenin-anayasa-onerisi-1121607h.htm (06.05.2012)
4.
M. Kemal Pekdemir, Tarihin En Tartışmalı
Padişahı Abdülhamid, 2008
5.
Pekdemirli, a.g.e.
6.
Necdet Sevinç. Osmanlı’nın Yükselişi ve
Çöküşü, 2008
7.
İlhan Bardakçı Zaman Gazetesi, (a) 7 Temmuz 1995
8.
İlhan Bardakçı,
“İmparatorluğa Veda”, Hülbe Yayınları, (b) İstanbul 1985
9.
Dr. Ali İhsan Gencer, İlk Osmanlı
Anayasasında Türkçenin Resmi Dil Olarak Kabulü Meselesi. A.Ü. Siyasal Bilgiler
Fak. Yayınları no:423, Armağan, Kanunu Esasi’nin 100. Yılı
10. Prof. Dr. Suna Kili, Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük, Türk
Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1985
11. Nihat Sami Banarlı, Sultan Hamit’in Türkçeciliği, Hayat
Tarih Mecmuası, yıl 3, c. 2, sayı 11, 1 Aralık 1967
12. İsmail Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, Tercüman Tarih
ve Kültür Yayınları I, Birinci Cilt, İstanbul 2002
13. Fuat Köprülü, Akşam, 28 Teşrinievvel, 1334 (1918)
14. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20260959.asp
15. Dr. Abdülkadir Sezgin, Türk Milliyetçileri ve Aşağılanan
Kadınlar Aleviler Çingeneler Makalesi
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA
Merkezimiz
ilk olarak Temmuz 2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU
başkanlığında, faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde başlamıştır. Yaklaşık iki
buçuk yıl burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi
üzerine Ocak 2011’de şimdi bulunduğu Kızılay’daki yerine taşınmıştır.
Kuruluşundan bu yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan
herkese açık olan hizmetlerine kesintisiz olarak devam etmektedir.
Bilgi
Şölenleri ismi ile her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik
toplantılarda, ülkemizin temel meseleleri, alanında uzman kişiler tarafından
sunum ve tartışmalar eşliğinde incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye
ve Türk-İslam Dünyasının ana meseleleri üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve
görüş birliği sağlamaktır. Bugüne kadar 163 Bilgi Şöleni yapılmıştır.
Yine bu
amaçlar doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da
aralıksız olarak sürdürülmektedir. Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte
olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde
değerlendirilmektedir.
Geniş
katılım ile yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden
takip edilebilmesi için video şeklinde internet sitelerimizden
yayınlanmaktadır.
BİLGE
KAĞAN’IN 1300 SENE ÖNCESİNDEN
TÜRK MİLLETİ’NE
VASİYETİ
Ben, Göğe benzer Tanrı tarafından mevcut
olmuş/yaratılmış Türk Bilge Kağan. Bu zamanda Taht’a oturdum. Sözümü baştan
sona işit!
Önce küçük
erkek kardeş, yeğenlerim, oğullarım, bütün soyum, Milletim; Sağdaki/Güney Şadapıt
Beyler, soldaki/Kuzey/Tarkanlar, Buyruk Beyleri, Otuz Tatar, Dokuz Oğuz
Beyleri, Birleşik Türk Milleti! Bu sözümü iyice işit, sağlamca dinle:
İleri/Doğu
gün doğusuna, beri/Güney/ gün ortasına, geri/Batı gün batısına, yukarı/Kuzey
gece ortasına kadar, bunun içindeki Millet bana tâbidir. Bunca milleti hep
düzene koydum. Onlar şimdi hiç de kötü durumda değiller. Türk Kağan’ı Ötüken’de
oturursa İl’de sıkıntı olmaz. Doğuda Şantung Ovası’na kadar ordu sevk ettim.
Deniz’e ulaşmamıza az kaldı. Güney’de Dokuz Ersin’e kadar ordu sevk ettim.
Tibet’e ulaşmama az kaldı. Batı’da İnci nehrini geçerek Demir Kapı’ya kadar
ordu sevk ettim. Kuzey’de Yir Bayurku yerine kadar ordu sevk ettim. Bunca
yerlere kadar Türk Milleti’ni yürüttüm. Ötüken ormanından iyisi hiç yokmuş. İl
tutacak yer Ötüken imiş. Bu yerde oturup Çin Milleti ile ilişkileri düzelttim.
Şimdi onlar bize altını, gümüşü, ipeği, ipekli kumaşı bolca veriyorlar.
Çin
Milleti’nin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek
kumaşla aldatıp, uzak milleti öylece kendilerine yaklaştırırmış. Yaklaştırıp,
konduktan sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi ve bilgili kişileri, iyi ve cesur kişileri
ilerletmezmiş.
Bir insan
yanılsa, kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmaz imiş. Çinlilerin
tatlı sözüne, ipek kumaşına aldanıp Ey Türk Milleti, öldün; Türk Milleti
öleceksin! Güneyde Çogay Ormanı’na, Tögültün Ovası’na konayım dersen, Türk
Milleti, öleceksin! Orada kötü niyetli kişi şöyle öğretiyormuş: “Uzak ise kötü hediyeler verir, yakın ise
iyi hediyeler verir.” Deyip öyle akıl verirler imiş. Akılsız kişi o sözü
alıp, yakına varıp çok sayıda öldün! O yere doğru gidersen Türk Milleti,
öleceksin!
Ötüken ülkesine
oturup/buradan kervan, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın olmaz. Ötüken’de oturursan
sonsuza kadar devlet sahibi olup hükmedersin.
Türk
Milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin, acıksan tokluk düşünmezsin. Bir doysan
acıkacağını düşünmezsin. Öyle olduğun için seni besleyip doyurmuş olan
Kağan’ının sözünü almadan her yere gittin. Oralarda hep mahvoldun ve yok
edildin. Oralarda geri kalanınla, her yere zayıflayarak ölerek yürüyordun.
Tanrı
buyurduğu için, kendim devletli olduğum için Kağan olarak Taht’a oturdum. Kağan
oturup aç, fakir milleti hep derleyip topladım. Fakir milleti zengin kıldım. Az
milleti çok yaptım. Yoksa bu sözlerimde yalan var mı?
Türk Beyleri, Milleti, bunu işitin!
Türk Milleti’ni diriltip nasıl
devlet sahibi olacağını buraya hak ettim/ vurdum. Yanılıp nasıl öleceğini yine
buraya hak ettim/vurdum-yazdım. Her ne sözüm var ise bu ebedi taşa vurdum. Ona
bakarak bu sözleri öğrenin.
Ey şimdiki Türk Milleti, Beyleri, bu zamanda
bana itaat eden beyler olarak mı yanılacaksınız?
Babam Kağan,
amcam Kağan tahta oturduklarında dört taraftaki milleti defalarca tanzim etmiş,
düzene sokmuşlar. Tanrı lûtfettiği için tahta oturduğumda dört taraftaki
milleti düzene soktum ve tanzim ettim. Başlılara baş eğdirdim, dizlilere diz
çöktürdüm. Üstte Gök Tanrı, altta yeryüzüne bahşettiği için gözle görülmeyen,
kulakla işitilmeyen milletimi ileride gün doğusuna, güneyde gün ortasına,
geride gün batısına, kuzeyde de gece ortasına kadar uzanan geniş topraklarım
üzerinde yerleştirdim. Sarı altınlarını, beyaz gümüşlerini, kenarlı ipek
kumaşlarını, kokulu ipeklilerini, has atlarını, aygırlarını, kara samurlarını,
gök sincaplarını Türklerime ve milletime kazanıverdim. Kedersiz kıldım.
Türk Beylerim, Türk Milletim!
Kağanından,
Beylerinden, Vatan’ından, suyundan ayrılmazsan, Türk Milleti iyilik göreceksin,
evine gireceksin, dertsiz olacaksın... Taş yontturdum, gönüldeki sözümü bu taşa
vurdurdum.
Ben,
Göğe
benzer, Tanrının yarattığı Türk Bilge Kağan!
İşte benim
sözüm: Kağan oturduğumda ölecekmiş gibi düşünceli olan Türk Beyleri, Milleti
sevinip, yere eğilmiş gözleri yukarı baktı. Bu zamanda kendim oturup, bunca
değerli töreyi/yasayı dört taraftaki kavme vazettim.
Üste Mavi Gök, Alta Yağız Yer Yaratıldığında,
ikisi arasında insan oğulları yaratılmış. İnsan oğullarının üzerine de atalarım
dedelerim Bumin Kağan, İstemi Kağan tahta oturmuş. Tahta oturarak Türk
Milletinin ilini, töresini yönetivermiş, düzenleyivermiş.
Dört taraf
hep düşman imiş. Ordular sevk ederek dört taraftaki milleti alıp, hep tâbi
kılmış.
Başlılara
baş eğdirmiş, dizlilere diz çöktürmüş. Doğuda Kingan/ Kadırkan
ormanına/dağlarına kadar. Batıda Demir Kapı’ya kadar milleti yerleştirmiş.
İkisi arasına da pek örgütsüz ve düzensiz yaşayan Gök Türkleri düzene sokarak
öylece hükmederler imiş. Onlar bilgili Kağanlar imiş, yiğit Kağanlar imiş,
cesur Kağanlar imiş. Buyrukları altındaki kumandanları da bilgili imişler
tabii. Beyleri de Milleti de doğru imiş. Onun için Devleti öylece yönetmişler
tabii. İli tutup töreyi düzenlemişler. Sonra kendileri vefat etmişler. Cenaze
törenlerine yascı, ağlayıcı olarak, doğuda gün doğusundan Böklü Çöllü halk,
Çinliler, Tibetliler, Avarlar, Bizanslılar, Kırgızlar, Üç Kurıkanlar, Otuz
Tatarlar, Kıtaylar, Tatabılar... Bunca millet gelerek ağlamışlar, yas
tutmuşlar. Onlar öyle ünlü Kağanlar imiş. Ondan sonra kardeşleri Kağan olmuşlar
şüphesiz. Ondan sonra oğulları Kağan olmuşlar tabii. Ondan sonra küçük kardeşi
büyük kardeşi gibi yaratılmamış şüphesiz. Oğulları babaları gibi yaratılmamış
tabii. Bilgisiz/akılsız Kağan Taht’a oturmuştur şüphesiz. Onların buyrukçu
kumandanları da bilgisizmiş tabii, kötü imişler tabii. Beyleri, milleti
itaatkâr/uyumlu olmadığı için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için,
küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için Beylerle milleti
karşılıklı kışkırttığı için, Türk Milleti kurduğu Devleti elden çıkarı vermiş.
Taht’a oturttuğu Kağanını kaybedivermiş.
Bu yüzden
Türk Milleti, Çin milletine Beylik erkek evladını kul yaptı. Hanım olmaya layık
kız evladını cariye yaptı. Türk Beyleri Türk adını bıraktı. Çinlilerin
hizmetindeki Türk beyleri Çin unvanları alarak Çin Kağanına tabii olmuşlar,
elli yıl hizmet etmişler.
Türk Milleti
şöyle demiş: “İlli/devletli bir millet idim, ilim/ devletim şimdi hani? Kime il
kazandırıyorum der imiş. Kağanlı millet idim, Kağanım hani? Hangi Kağana hizmet
ediyorum” der imiş.
Türk Milleti
yok olmak üzereymiş. Üstte Yüce Tanrı, Türk Milleti yok olmasın diye, Millet
olsun diye, babam İlteriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu yükseltip kaldırmıştır.
Babam Kağan on yedi erle başkaldırıp dışarı çıkmış. İlteriş Kutluk “Başkaldırıyor” diye haber alıp
şehirdekiler dağa çıkmış. Dağdakiler şehre inmiş. Derlenip toplanıp yetmiş
kişi/er olmuşlar. Tanrı kuvvet verdiği için, babam Kağan’ın askeri kurt gibi
imiş, düşmanları koyun gibi imiş. Doğuya ve batıya sefer edip/adam toplamış,
yığmış. Hepsi yedi yüz kişi/er olmuşlar. Yedi yüz er olup ilsiz/devletsiz,
Kağansız kalmış Milleti, cariye olmuş, kul olmuş milleti, Türk Töresini
bırakmış Türk milletini ecdadımın töresince (yeniden) var etmiş, eğitmiş.
Tölis, Tarduş halklarını orda tanzim etmiş.
Güneyde Çin
milleti düşman imiş, kuzeyde Baz Kağan, Dokuz Oğuz halkı, düşman imiş,
Kırgızlar, Kurıkanlar, Otuz Tatarlar, Kıtaylar ve Tatabılar hep bize düşman
imiş. Babam Kağan yedi kez ordu sevk etmiş. Yirmi kez savaş yapmış. Tanrı
lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, Kağanlıyı kağansız bırakmış. Düşmanları
bağımlı kılmış, dizlilere diz çöktürmüş, başlılara baş eğdirmiş. Babam Kağan
öylece İli/devleti kurup, töreyi koyup vefat etmiş.
Babam Kağan
vefat ettiğinde ben sekiz yaşımda kaldım. O zaman ki töreye göre amcam Kağan
olarak Taht’a oturdu. Taht’a oturup Türk Milletini yeniden düzenledi, yeniden
besleyip doyurdu. Yoksulu zengin kıldı. Azı çok kıldı.
Amcam Kağan
Taht’a oturduğunda ben prens gücünde idim. Tanrı öyle buyurduğu için on dört
yaşımda Tarduş halkı üzerine Şad oturdum. Amcam Kağan ile doğuda Yeşil
Nehre/Sarı Irmak ve Şantung ovasına kadar sefer ettik. Batıda Demir Kapıya
kadar sefer ettik. Köğmen/ dağlarının ötesinde Kırgız ülkesine kadar sefer
ettik. Toplam yirmi beş defa sefer ettik. On üç kez savaştık. İlliyi İlsizleştirdik,
kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizlilere diz çöktürdük. Başlıya baş eğdirdik.
Türgiş Kağanı Türküm, Milletim idi. Bilgisizliği yüzünden, bize karşı yanlış
hareket ettiğinden, kağanları öldü, kumandanları ve beyleri de öldü. On-Ok
kavmi ıstırap gördü. Atalarımızın, dedelerimizin zapt etmiş olduğu topraklar ve
sular sahipsiz kalmasın diye Az milletini tanzim ve tertip edip Bars Bey’e
Kağan ünvanını burada ona biz verdik. Eş olarak da kız kardeşim
konçuyu/prensesi verdik. Buna rağmen kendisi ihanet etti. Sonuç olarak Az’ların
Kağanları öldü. Halkı da cariye, kul oldu. Köğmenin yeri, suyu sahipsiz
kalmasın diye Az ve Kırgız halkını nizama ve düzene sokup geldik. Savaştık...
ilini yeniden geri verdik. Doğuda Kingan/Kadırkan ormanını/dağlarını aşarak
milleti öylece kondurduk/ yerleştirdik.
Batıda Kengü
Tarbana kadar Türk Milletini öylece yerleştirdik, öylece düzene koyduk. O zaman da kul kullu, cariye cariyeli
olmuştu. Küçük kardeş büyük kardeşi bilmezdi, Oğlu babasını bilmezdi. Öyle
kazanılmış, öyle gelişmiş, düzene konulmuş ilimiz/devletimiz, töremiz vardı.
Ey Türk, Oğuz Beyleri, Milleti işitin!
Üstte Gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe
Ey Türk Milleti, İlini/ devletini, töreni kim yıkıp bozabilirdi?
Türk
Milleti, bu huyundan vazgeç, pişman ol! İtaatsizliğin yüzünden seni besleyip
doyurmuş olan Kağnına, hür ve bağımsız devletine karşı kendin ihanet ettin ve
nifak soktun. Silahlı düşman nereden gelip seni bozguna uğrattı, sürüp dağıttı?
Mızraklı düşman nereden gelerek seni yerinden yurdundan sürüp kaçırttı?
Kutsal Ötüken Milleti!
Sen kendin,
yerini yurdunu bırakıp gittin! Doğuya gidenleriniz gittiniz! Gittiğiniz
yerlerde kazancınız şu oldu: kanınız ırmaklar gibi aktı, kemikleriniz dağlar
gibi yığıldı; Bey olacak erkek evladını köle yaptın. O bilgisizliğin yüzünden,
kötülüğün yüzünden, amcam Kağan vefat etti.
Türk
Milletinin adı sanı yok olmasın diye Babam Kağanı, Annem Hatunu yücelten Tanrı,
onlara il/devlet veren Tanrı Türk Milletinin adı sanı yok olmasın diye beni O
Tanrı, Kağan olarak Taht’a oturttu. Ben zengin ve varlıklı bir Millet üzerine
hükümdar olmadım. Karnı aç, sırtı çıplak; yoksul ve perişan bir millet üzerine
hükümdar oldum. Tigin iki şad ve küçük kardeşim Kül Tigin ile konuşup anlaştık.
Babamızın ve amcamızın kazanmış oldukları milletin adı sana yok olmasın diye
Türk Milleti için gece uyumadım, oturmadım; kardeşim Kül Tigin ile iki şad ile
ölesiye yitesiye çalıştım. Öylece çalışıp bütün milleti ateş ile su gibi
birbirine düşman kılmadım. Ben kendim Kağan olarak Taht’a oturduğumda her yere
gitmiş olan millet, yaya olarak, çıplak olarak, öle yite dönüp geldi. Milleti,
besleyim, doyurayım diye kuzeyde Oğuz halkına doğru, doğuda Kıtay, Tatabı
kavmine doğru; güneyde Çin’e doğru on iki defa ordu sevk ettim, savaştım. Ondan
sonra Tanrı öyle buyurduğu için, bahtım ve talihim olduğu için, ölecek milleti
diriltip doyurdum. Çıplak halkı giyimli kıldım, fakir milleti zengin kıldım, az
milleti çok kıldım. Güçlü devleti olandan, güçlü hakanı olandan daha iyi kıldım.
Dört bucaktaki milleti hep kendime tâbi kıldım. Türk Milletini düşmansız
kıldım. Hepsi bana tabi oldu.
Karluk
Milleti sıkıntısız, hür ve serbest iken, düşman oldu. Dokuz Oğuz benim milletim
idi. Gök ile yer bulandığı için, ödüne kıskançlık değdiği için bize düşman
oldular. Bir yılda dört defa savaştım. Tanrı bahşettiği için, ben çalışıp
kazandığım için Türk Milleti kazanmıştır. Ben erkek kardeşimle beraber böyle
önderlik edip çalışmasam ve kazanmasam Türk Milleti ölecekti, yok olacaktı.
Türk Beyleri, Milleti, böyle düşünün, böyle
bilin!
BİLGE
KAĞAN
GÖKTÜRK DEVLETİ KAĞANI
ORHUN
YAZITLARI (BENGÜ TAŞI)
Yorumlar
Yorum Gönder