Kitabı PDF olarak indirme bağlantısı:
https://drive.google.com/file/d/0B5NFhcSl0HKAbVcwOEx3OE1Ta00/view?usp=sharing
SUNUM
Yıllardır
anayasayı tartışıyoruz. Buna asırlardır da diyebiliriz. Tartışma 1808 Sened-i
İttifak’la başlamış. Çözüm bekleyen meselelerimiz dağlar gibi yığılırken,
bunlara çözüm arayıp bulmak yerine, çareyi devleti ve milleti biçimlendirmede
aramışız. Bunun için de tılsımlı misyonlar yüklediğimiz büyülü bir anayasa
sevdasının peşine düşmüşüz.
Ah bu
anayasa bir gelse, dost düşman neler yapacağımızı görecek, dünyanın en büyük
gücü olacağız cinsinden nutuklarla ömür tüketilmiş. Adeta bir şiir yazmadığımız,
ağıt yakmadığımız kalmış.
Acıdır
ki hala ders alıp akıllanamadık. Asıl engel biziz deme basiretini ve faziletini
gösteremedik. Son yıllardaki tartışmalar da böyle. 1982 Anayasasının maddeleri son
30 yılda tam 136 defa değiştirildi, doymadık. Sanki tarih tekerrür ediyor.
Üstelik bu defa “anayasanın ruhu“
dedikleri Türk Milletinin ve Devletinin kimliği hedef alınıyor. Kısaca Türkün
egemenliğine tasallut var.
Bu
konuda 4 ayrı görüş tartışılıyor:
1)
Anayasaya “Kürt” kimliği girmeli.
2)
Anayasadan Türk kimliği çıkmalı ve bütün
etnik gruplar aynı konumda olmalı.
3)
Türk kimliğine dokunulmamalı, yargı bağımsızlığı
gibi konularda düzenlemeler yapılmalı.
4)
Bu Anayasaya dokunulmamalı.
Bir de
kavram uyuşmazlığı var. Bu da: Demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi, bireyle
ilgili kavramların; milletin parçaları olan etnik/ırk, dil, din, mezhep gibi gruplara
aitmiş gibi gösterilmesidir. Millet egemenliğinin bölüşülmesi için başvurulan
bu saptırma, uzlaşmayı daha işin başında imkânsız hale getiriyor.
Yine
devlet-birey ilişkisinin doğru kurulması, bir diğer önemli meseledir. Toplum hayatında birey kendi hak, görev ve
sorumluluklarının sınırlarını belirleyemez. Kişilerin millet bütünlüğü içinde
birbiriyle, toplumla ve devletle ilişkilerinin kurallarını belirleyecek,
denetleyecek ve müeyyide koyacak üstün bir otoriteye ihtiyaç vardır. O da devlettir.
Millet
egemenliğinin maddi ve manevi teşkilatı olan devletin temelleri ise, millete
göre şekillenir. Milletin bir parçası olan etnisitelerin ortaklığına dayanan bir
devlet kurulamaz, zorla kurulmuşsa da yaşatılamaz. Irak bunun son örneğidir.
Nihayet,
eğer bir egemenlik “adalet mülkün
temelidir” esası üzerine bina edilmemişse, demokrasi, özgürlük, insan
hakları gibi değerlerin hiçbir anlamı kalmaz, sadece bir istismar aracı olur.
İnsan fıtratının ruhu olan adaleti ve
güvenliği esas almayan devlet yapısı da, aciz kalmaya mahkûmdur.
Sadi SOMUNCUOĞLU
Milli
Düşünce Merkezi Başkanı
Yapay
Gündeme Yapay Başlık: Yeni Anayasa
Prof.
Dr. Meltem CANİKOĞLU[1]
ÖZET
Bir anayasanın meşru bir anayasal yönetimin rehberi
sayılabilmesi için taşıması gereken özellikler vardır. Türkiye için istenen
anayasal çatının duvarları 2007 yılından beri adım adım örülüyor. Şu ana kadar yapılabilenler ve istenip de
henüz yapılamayanlara baktığımızda yeni anayasa hamlemizin ardına saklı
niyetleri okumak çok da zor olmamaktadır.
Mevcut hukuku yok sayarak ülkenin emniyet ve
yargıdaki kadroları eliyle yaratılan hukuki güvensizlik ortamı, suç ve suçluyu
algılayış ve takipte yaratılan çifte standart,
kişi güvenliği ilkesine aykırı uygulamalardaki cesaret ve keyfilik
demokratik bir hukuk devletinde yaşadığımız konusunda haklı şüpheler
doğurmaktadır. Yaşanan tüm bu olumsuzluklara paralel olarak, bu ülkede yüzde on
gibi bir seçim barajının her şeye rağmen muhafazası için direnen ve bunu bir
demokrasi sorunu olarak görmediğini ilân eden siyasi gücün yeni bir anayasa
yapma heyecanını paylaşmak mümkün değildir.
Bugün biz Türkiye’de adı “Kürt sorunu” olarak
konulan sorunun çözümü için yeni devleti, yeni anayasayı, yeni anayasa ile inşa
edeceğimiz yeni hukuk düzenini, bu hukuk düzeni içinde sorunu çözmesini
beklediğimiz haklar ve özgürlükler reformunu konuşuyoruz. Yani bir yurttaşlar
toplumunun değil, bir yurttaşlar kesiminin dayattığı gündem üzerindeyiz. Eğer
bir anayasa için toplumsal uzlaşma aranacaksa, bu toplumsal uzlaşmanın dinamiği
terör ve şiddet olamaz. Toplum korkutulmuştur, geleceği konusunda endişe
taşımaktadır. İkrah ve gabin hukukta iradeyi sakatlayan etkenlerdir. Türk
toplumunun iradesinin sakatlandığı ve bu ortamda yapılacak bir anayasanın
hiçbir şekilde toplumsal onay görmeyeceği, bu anayasa ile getirilen yeni
düzenin de Türkiye’nin demokrasi sorununu çözemeyeceği apaçık bir
gerçekliktir.
GİRİŞ
Türkiye,
siyasi iktidarın tazyik ve tahrik ettiği sorunlar gölgesinde, bu sorunların
çözümü için tek çare olarak gösterilen yeni bir anayasayı konuşuyor. Daha doğru
bir ifadeyle üretilen yapay bir gündem üzerinde enerji tüketiyoruz.
İşlevi
devletin temel yapısını belirlemek, hak ve özgürlükleri güvence altına almak olan
anayasalar, savaş ve darbe gibi olağanüstü dönemler dışında yenisiyle
değiştirilmek üzere hedefe oturtuluyorsa aklımıza şu soru geliyor: Daha
güvenceli bir hukuk sistemi oluşturabilmek ve demokratik parlamenter rejimi
tahkim etmek için mi yeni bir anayasa istiyoruz, yoksa farklı bir zihniyetin
kuşatacağı yeni bir rejimin hukukunu ve bu hukuka göre örgütlenecek yeni bir devlet
ve toplum modelini yaratmak için mi yeni anayasayı konuşuyoruz? Daha çok
demokrasi, daha çok özgürlük, daha iyi yönetilen bir siyasal sistem, daha fazla
refah, iyi işleyen bir ekonomi ve bunların kurumsal güvenceleri, toplumlar için
meşru ve makul taleplerdir. Ama bunlar, mükemmel bir anayasa ile karşılanabilecek
talepler veya ulaşılacak hedefler değildir. Bunlar ancak siyasal toplumun
hedefi olabilir ve anayasalar da bu hedefin niyet belgesi olabilirler. Bunun
için de öncelikle anayasacılık ilke ve hedeflerine uygun bir güçler ve kurumlar
dengesinin bir anayasa ile nasıl kurulabileceğini konuşmalıyız.
Türkiye
için ne isteniyor? Anayasaya ve yasalara rağmen hapis tutulan üç milletvekili
ile Anayasa ve yasalara rağmen milletvekili yapılmak istenen bir kişi üzerinden
yaratılıp palazlandırılan bir sorunu çözmek bahanesiyle, önce mevcut anayasal
yapı sökülecek sonra yeni devlet ve toplum yapısına hukuksal çerçeve
oluşturacak yeni bir anayasa bu ülkeye giydirilecektir. Eşzamanlı olarak
başkanlık hükümetinin, sözde Kürt sorununun çözümü için hazırlanan yeni raporun
konuşuluyor olması tesadüf değildir. Dünyada başka hiçbir örneğini
göremeyeceğimiz şekilde bu ülkede, yargılanıp mahkûm olmuş ve cezası infaz
edilmekte olan bir terör örgütü liderinin mesajları üzerinden siyasi gündem
oluşturulmaktadır. Yeni anayasa bu gündemin ilk ve en temel konusudur. İktidar
çevreleri, mevcut hukukun yetersizliği, sistemi tıkayan krizlerin aşılabilmesi
için Anayasa’daki bazı maddelerin ayıklanması gereğini, Anayasanın değişmez
hükümleri üzerinden yaratılan çekişme ve anlaşmazlıkların acilen yeni bir
anayasa yapmayı zorunlu kıldığını iddia ediyorlar. Bu iddialarını
meşrulaştırmak için de toplumu gerecek her türlü malzemeyi ustaca kullanıyor ve
kullandırtıyorlar.
YENİ
ANAYASA TARTIŞMALARINDA ÖN PLANA ÇIKARTILAN KONULARA DAİR AÇIKLAMALAR
Son
yıllarda anayasa konusunda yapılan tüm tartışmalar ve hazırlanan tüm
taslakların dayandığı ana fikir de şu düşünce unsurlarından oluşuyor:
A. Türkiye,
anayasası yolu ile demokratikleştirilmelidir.
B. Türkiye’de
anayasanın ruhu demokratikleşmelidir.
C. Türkiye’de
sistem tıkanıklıklarının önünü açmak için anayasa hükümlerini yorum yoluyla
değiştiren ve siyasi iktidarın elini bağlayan anayasal kurumların görev ve
yetki haritası, yapılacak bir anayasa ile yeniden düzenlenmelidir.
Sonuncusu
ve bize göre mevcut anayasal rejimi esaslı biçimde sarsan değişiklik Mayıs
2010’da gerçekleştirildi. Bu noktadan sonra verili anayasal çerçevede, anayasanın
ruhunu nasıl demokratikleştireceğimiz ve Türkiye’yi anayasa yoluyla nasıl
demokratikleştireceğimiz çetrefil hatta çözümü imkânsız bir sorundur. Zaten
sorun da Türkiye’yi demokratikleştirmek değil, yeni devlet modeline uygun bir
anayasa kılıfı hazırlayarak, iktidarın politikalarına anayasal koridorlar
açmaktır.
Aslında
Türkiye, 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana hiç bu kadar
anayasanın tümüyle değiştirilmesi gerektiği noktasında bir ihtiyaç içinde
olmamıştı. Yapılan değişikliklerle Anayasa’nın aldığı biçim o kadar iç
karartıcıdır ki, demokratik bir toplumun ihtiyacı olan, ruhuna da demokrasi
katacağımız bir anayasa, üzerine yeni yamalar ekleyeceğimiz 1982 Anayasası
değildir artık. Bu anayasa içinde yapacağımız her yeni değişiklik iç
tutarsızlığı daha da artıracaktır. Kaldı ki, yapılmak istenen anayasa ile
hedeflenen, iç tutarsızlık sorununu çözmek de değildir. Anayasa çığırtkanları
yeni rejim ve yeni devlet modeline kalıp arıyorlar.
Anayasacılık
teknikleri içinde üretilmesi düşünülen bu kalıbın meşru bir anayasal yönetimin
rehberi sayılabilmesi için taşıması gereken özellikler vardır. Türkiye için
istenen anayasal çatının duvarları 2007 yılından beri adım adım örülüyor. Şu
ana kadar yapılabilenler ve istenip de henüz yapılamayanlara baktığımızda yeni
anayasa hamlesinin ardına saklı niyetleri okumak çok da zor olmamaktadır. Devlet
adına yetki kullanacak olan kişi ve kurumlar için anayasalarla çizilen sınırlara
bakalım. Siyasal koşulların ve dengelerin anayasal yetkileri kullanan güçlere ne
gibi roller yüklediğine bakalım. Anayasaya hangi hükümlerin konulup
hangilerinin çıkartılmak istendiğine dikkat yönelterek kurumsal dengelerde
yaratılmak istenen değişikliklerle neyin amaçlandığının ipuçlarını tutmaya
çalışalım. Ülkesi ve halkı için daha fazla demokrasi isteyen bir siyasi
iktidarın varlığını kanıtlayan herhangi bir delil göremiyoruz. Bir anayasa
siyasi iktidarın elini güçlendirmek için değil, siyasi iktidarı sınırlandırmak
amacıyla yapılmışsa anayasal bir devletin kurucu belgesi niteliğini kazanır. Bu
sınırlamanın ise çeşitli yol ve yöntemleri vardır. En işlevsel olanları;
yargının, muhalefetin ve kamuoyunun aydınlanmasını sağlayacak her türlü
iletişim kanalının görevlerini gerektiği gibi yapmalarına fırsat verir
nitelikte hükümleri anayasaya koymak, bir başka deyişle iktidarı sınırlayan
güçlerin önünü açarak hak ve özgürlükleri güvence altında tutmaktır.
Mevcut
hukuku yok sayarak ülkenin emniyet ve yargıdaki kadroları eliyle yaratılan
hukuki güvensizlik ortamı, suç ve suçluyu algılayış ve takipte yaratılan çifte
standart, kişi güvenliği ilkesine aykırı
uygulamalardaki cesaret ve keyfilik demokratik bir hukuk devletinde yaşadığımız
konusunda haklı şüpheler doğurmaktadır. Yaşanan tüm bu olumsuzluklara paralel
olarak, bu ülkede yüzde on gibi bir seçim barajının her şeye rağmen muhafazası
için direnen ve bunu bir demokrasi sorunu olarak görmediğini ilân eden siyasi
gücün, yeni bir anayasa yapma heyecanını paylaşmak mümkün değildir. Bugün
Türkiye demokrasisini tehdit eden krizin en önemli nedenlerinden biri siyasi
temsil kanalını tıkayan Seçim Kanunundaki bu tek maddenin değiştirilmemiş
olmasıdır. Bu madde değişmediği, seçim barajı makul bir seviyeye inmediği
sürece kaç kere anayasa yaparsak yapalım, anayasaya hangi maddeleri koyarsak
koyalım Türkiye kaynamaya devam edecektir.
Yaşanan
sorunların kaynağına inmeden, gerçek nedenler üzerinde doğru tespitlere
ulaşmadan, yapılacak yeni bir anayasada hak ve özgürlükleri en geniş şekilde
tanımlayarak Türkiye’yi düze çıkarmak düşüncesi, anayasa yolu ile Türkiye’ye
şekil verme niyet ve planının Tanzimat’tan bu yana korunduğunu gösteriyor.
Devleti aşındırarak toplumsal yapının pekiştirildiği hiç bir model önümüzde olmamasına
rağmen Türkiye yanlış yolda ilerlemeye devam ediyor. Oysa bir anayasanın hak ve
özgürlükleri güvence altına almak kadar önemli ve öncelikli diğer işlevi bir
yönetim çerçevesi oluşturmaktır. Anayasa, içinde demokratik süreçlerin
işleyeceği bir devletin organizasyon şemasıdır aynı zamanda.
O
zaman sorun en gelişmiş, en kapsamlı hak ve özgürlük kataloğunu anayasaya yerleştirmekten
daha fazla bir sorundur.
Özgürlük
siyasi bir sorundur ve bir demokraside özgürlük talep etmek, ortak yaşam
alanımızın tüm bireyler açısından eşit paylaşılacak özgürlükler düzeni olarak
dizaynında hukuku göreve çağırmak demektir.
Çok
bilinen ve söylenen “anayasa devlet odaklı değil, birey ve insan odaklı bir
felsefeyle kaleme alınmalıdır” sözünün hiçbir anlamı yoktur. Hukukla tahkim
edilmiş bir devlet çatısı altında kurulacak ve tüm bireyler arasında eşit ve
adil paylaşılacak bir özgürlükler düzeninin manifestosu olan anayasanın odağında
devlet olamayacağı gibi birey de olamaz. Anayasanın odağında birey veya devlet
değil, evrensel değerlerle zenginleştirilmiş birkaç yüzyıllık anayasacılık
geleneği ve bu geleneğin parçası olan “bir anayasa niçin yapılır?” sorusuna
aranan cevaplar olmalıdır. Birey özgür olmak ister ama aynı birey,
özgürlüklerini tehdit veya ihlâl eden tehlikelere karşı etkin ve duyarlı bir
siyasi otoritenin sağlayacağı güvenliği de talep eder. Otorite kabul etmeyen
özgürlük, keyfi özgürlüktür. Her bireyin veya toplumsal kesimin özgürlüğünü en
aşırı uçlarda talep edebildiği ve bunun demokrasi adına teşvik edildiği yerde
demokratik siyasetin oyun kuralları bozulmuş, bir anayasaya da ihtiyaç
kalmamıştır.
Felsefi
bir özgürlük problemini değil, somut bir şeyi konuşuyoruz. Demokratik hukuk
devletinin anayasasına hangi hak ve özgürlükleri koyacağımızı, bunların sınırlarını
nasıl belirleyeceğimizi. Hak ve özgürlükler konusunda yapılan tartışmalar
ağırlıklı olarak ülkemizde özgürlüğün felsefi kavranışı üzerinden gelişiyor. Yanlış
bir yol üzerinde yürüyoruz. Özgürlüğü bir yaşam ve değerler alanı olarak görsek
dahi (ki öyledir), yasalarla tanımlanan ve yasalarla korunan özgürlükler,
demokratik bir hukuk düzeninin işlevselliği içinde anlam kazanır. Bu düzen
ancak, eşitlik ve adalet değerleri çerçevesinde tüm bireylerin insan ve yurttaş
olmaktan doğan haklı ve kabul edilebilir taleplerinin karşılık bulmasıyla kurulabilir.
Bu da özgürlük sorununun, sadece siyasi iktidarın müdahalesi, tehlikesi değil,
bireylerin ve toplumsal grupların birbirlerinin hak ve özgürlük alanlarına
müdahalesi tehdit ve tehlikesi gerçeği de göz önünde bulundurularak düşünülmesi
gerektiğini ortaya koyuyor.
Modern
anayasaların haklar ve özgürlükler konusundaki düzenlemeleri, hak ve özgürlüğün
bireyin tasarrufundaki mutlak bir yetki olmadığını bize gösterir. Özgürlüklerin
tanımlanmış ve koruma altına alınmış birer hak olarak anayasalarda yerini
aldığı demokratik bir toplumda, hakların kötüye kullanılma ihtimali her zaman
vardır. Yasal bir düzenleme olmasa dahi özgürlüğün doğasında sınır vardır ve
bir özgürlük doğal sınırları içinde yaşanır. Her özgürlük niteliği gereği kendisi
için farklı bir koruma alanı gerektirir.
Ülkemizde
yeni anayasa çığırtkanları özgürlük talebini ön plana çıkartıyor ve bu talebi
liberal bir kurgu içinde sunuyorlar.
“Bu
düşünce içinde özgürlüklerin verilmesi nihai bir amaçtır, özgürlükler bir kez
tanınırsa toplumdaki birçok sorun kendiliğinden çözülecektir. Rasyonel ve
kendini geliştirme yolunda önündeki engellerden kurtarılmış birey, kendisi için
en doğru olanı bulacak, bireysel olarak ulaşılan doğrular ise toplumsal doğruyu
ve faydayı kendiliğinden gerçekleştirecektir. Bu bağlamda, örneğin, etnik
grupların kültürel hak ve etnik aidiyete dayalı taleplerini birer özgürlük
hakkı olduğundan bu bahisle tanımak, bu grupları silaha başvurarak ulaşmak
istedikleri siyasi hedeflerden vazgeçirecektir. Ölçütlerini ve standardını Batı
dünyasının belirlediği özgürlüklere sahip olmak, ileri demokrasi için gerekli
ve yeterlidir.”
Böyle
bir özgürlük algısı ve savunusunun gözden kaçırdığı ya da hesaba katmadığı bazı
önemli hususlar vardır. Örneğin, özgürlüklere sahip olmakla özgürlükleri
kullanabilir olmak arasındaki ilişki kurulmamakta, özgürlüğün ancak bu iki
boyutuyla var olabileceği hiç dikkate alınmamaktadır. Grup haklarına ilişkin
özgürlüklerin kullanılmasında, toplumun
tümünün ve siyasi yapının söz hakkı hiç hesaba katılmamaktadır. Liberal
yaklaşım, özgürlüğün var olabilmesi için gerekli -sahip olma ve tasarruf etmekten
ibaret- iki boyutu dikkate almadığı gibi, özgürlüğü, talep amacı ve kullanımı
ile ortaya çıkacak sonuçlardan da bağımsız düşünmektedirler. Oysa özgürlük
taleplerinin arkasında yatan amaçlardan, bu özgürlüklerin kullanılması vasıtasıyla
gerçekleştirilmek istenen çıkar veya ulaşılmak istenen amaçlardan bağımsız, soyut
bir özgürlük talep ve savunusu olamaz. Talep ettiğimiz ve kazandığımız
özgürlüklerle ne yapmak istediğimiz ve nasıl bir yaşam kurmayı amaçladığımız bu
taleplerin değerlendirilmesinde mutlaka dikkate alınmalıdır.
Bugün
biz Türkiye’de adı “Kürt sorunu” olarak konulan sorunun çözümü için yeni
devleti, yeni anayasayı, yeni anayasa ile inşa edeceğimiz yeni hukuk düzenini,
bu hukuk düzeni içinde sorunu çözmesini beklediğimiz haklar ve özgürlükler
reformunu konuşuyoruz. Yani bir
yurttaşlar toplumunun değil, bir yurttaşlar kesiminin dayattığı gündem
üzerindeyiz. Bu yurttaşlar kesimi, cumhuriyetin eşit yurttaşları olarak
kendilerine anayasa ve yasalarla tanınmış olan hak ve özgürlükleri yetersiz
buluyor ve liberal şemsiye altında cumhuriyetten ayrıcalık talep ediyorlar.
Bu taleplerin anayasal olarak karşılanabilmesi için gerekli olan toplumsal
mutabakatın demokrasi ayağını da siyasi iktidara dayandırıyorlar. Eğer bir
anayasa için toplumsal uzlaşma aranacaksa, bu toplumsal uzlaşmanın dinamiği
terör ve şiddet olamaz. Toplum korkutulmuştur, geleceği konusunda endişe
taşımaktadır. İkrah ve gabin hukukta iradeyi sakatlayan etkenlerdir. Türk toplumunun
iradesinin sakatlandığı ve bu ortamda yapılacak bir anayasanın hiçbir şekilde
toplumsal onay görmeyeceği, bu anayasa ile getirilen yeni düzenin de
Türkiye’nin demokrasi sorununu çözemeyeceği apaçık bir gerçekliktir.
Diğer
yandan, anayasaların varlık sebebinden, anayasacılığın tarihsel gelişiminden
bağımsız olarak, anayasanın hangi hak ve özgürlükleri içermesi gerektiği
konusunda yapılacak bir öneri temelsiz kalmaya mahkûmdur. Ancak, iktidarın
kullanımının devlet organları arasında bölüştürüldüğü, kurulu düzenin hukukla tanımlandığı
ve kontrol altında tutulduğu, uyuşmazlıkların hukuk aracılığı ile çözüme
kavuşturulduğu bir normatif yapıda özgür ve hak sahibi bir birey olmak anlam
kazanır. Bu bağlamda anayasanın temel amacı, işleyen bir hukuk devletini tüm
kurum ve kurallarıyla var etmek olmalıdır[2].
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti bir hukuk devletidir. Aksini ileri sürmek kendimizi inkâr
etmektir. Yapılan son değişikliklerle içyapısı bozulmuş olan 1982 Anayasası
yerine yenisi yapılabilir. İlk sorun, yeni anayasa ihtiyacımızın nedenleri
konusunda uzlaşabilmektir. Terör desteğinde beslenip büyütülmüş Kürtçülük
hareketini Kürt sorunu olarak ambalajlayıp yeni anayasa vasıtasıyla çözüme
kavuşturmak gibi bir amacı bu topluma hiçbir güç benimsetemez. Ama demokratik
rejime işlevsellik kazandıracak, toplumsal hafızayı 12 Eylül Askeri Darbesi’nin
yol açtığı travmadan kurtaracak yeni bir anayasa istenebilir, düşünülebilir ve
zaman içinde yaratılacak bir uzlaşma ile yapılabilir de. Biz yeni bir anayasa ile hukuk devleti kurmayacağız,
var olan hukuk devletindeki işleyiş aksaklıklarını gidereceğiz, yapıyı tahkim
edeceğiz. Anayasalar hukuki metinlerdir, ancak normatif çerçeve kazandırdıkları
alanın siyaset olması nedeniyle hem hukukun hem de siyasetin ortak tartışma ve
çekişme konusudurlar. Şimdi siyasetin aktörleri yeni anayasa istiyorlar ve
anayasa hukukçularından görüş ve destek alıyorlar. Anayasa hukukçularının
anayasacılık ve anayasal devlet geleneğinin sözcüleri olmak yanında, bu
geleneğe sadakat borçları da olmalıdır. Dolayısıyla anayasanın hukuk devletinin
garantörü olmasını istemeleri ve bunu sağlamanın çabası içinde olmaları doğaldır
ve onlardan zaten bu beklenir. Fakat siyasetin aktörlerinin kendi alanlarındaki
tartışmaları hukukun üstünlüğü ve bunu deyimleyen hukuk devleti üzerinden
yapması ve anayasaların hukuk devletini kurma ve koruma misyonu üzerinden haklılık
argümanları geliştirmeleri hukuk kavramının iç tutarlığını ve güvenilirliğini
zedelemektedir. Her şeyden önce egemen olması istenen hukukun hangi hukuk
olduğu yolunda bir anlaşma sağlanması gerekir. Tüm eylem ve işlemlerin
kendisine uygun olması gereğine işaret edilen hukuk, yürürlükteki pozitif hukuk
normları ile yasama usulleri ise, bu halde hukukun üstünlüğü başka bir
statükonun meşrulaştırılmasından başka bir anlam taşımaz. Yasa koyucunun kendi
yaptığı anayasaya kendi koyduğu usullerle ürettiği ve yine kendi yaptığı
anayasayla mutlak üstünlük kazandırdığı hukuk, egemen olmasını istediğimiz
hukuk değildir, bu hukuka göre örgütlenen, bu hukukla bağlı olan devlet de
hukuk devleti değildir, sadece bir yasa devletidir. Ama eğer hukukun üstünlüğü
ile kastedilen evrensel değeri haiz bir üst hukuk ise bu hukuku kimin yapacağı,
siyasal iktidarı aşan bir güç ve yetkinin varlığına bağlı bir sorundur.
Parlamento çoğunluğunu elde etmiş bir siyasi iktidarın kendi istek ve amaçları
doğrultusunda anayasa yapma yetkisi olamaz, olmamalıdır. Böyle bir anayasa
hukuk devletinin statüsü olmaz, ancak halk çoğunluğu adına egemenliğin sahibi
olduğunu iddia eden bir siyasi ekibin, kendi tercihleri doğrultusunda yapmak
istediği şeylerin zeminine döşenen kalıp veya üzerine giydirilen kılıf olabilir.
Modern anayasacılık anlayışı, siyasal düzenin halktan kaynaklandığına ilişkin
bir ön varsayım üzerine bina edilmiştir. Bu anlayış, ülkemizde yeni anayasa
tartışmaları etrafında giderek büyüyen söylemin odaklandığı bir algıyı içerir: Halka
dayanan bir sistemin halka rağmen işlemeyeceği yönündeki iyi niyetli ve doğrusal
mantığa dayalı bu eksik ve hatalı algı, halk kavramının bulanık yorumları
üzerinden geliştirilen tezlerle, anayasal sistemleri korumasız ve güvencesiz
bırakmak tehlikesini de beraberinde getirmiştir.
SONUÇ
Bir
anayasa, özgür bir demokratik düzenin hukuk çemberini oluşturabildiği ölçüde
meşrudur. Böyle bir düzen ise ancak toplum içindeki tüm bireylerin birbirlerinin
eşit hak ve yükümlülüklerine saygı göstermesi ve siyasal erkin de bu hak ve
özgürlükler siperine uygun bir mesafede tutulması kaydıyla kurulabilir. Anayasa,
içerdiği hak ve özgürlük güvenceleri ve devlet erkinin kullanımına ilişkin getirdiği
düzenlemelerle, siyasi iktidarın olası keyfi müdahalelerine karşı örebildiği
koruma duvarları ile demokratik toplum düzeninin inşasının aracıdır.
En
son anayasa değişikliği ile kat ettiğimiz mesafeyi anayasacılık adına hukuk
devletine yaklaşmak mı, hukuk devletinden uzaklaşmak mı olarak görüyoruz, önce
bunu konuşmalıyız. Eğer hukuk devletinden uzaklaşmışsak, eğer hak ve
özgürlüklerin en temel güvencesi olan yargı ile ilgili her konuda (bağımsız
yargı, doğal yargıç, tarafsız yargı vb.) her geçen gün endişelerimizi haklı
kılacak somut örnekleri görüyor ve yaşıyorsak, basın özgürlüğü, haberleşme
özgürlüğü gibi en temel hak ve özgürlük alanlarında bu özgürgürlüklerin sahip
olduğu anayasal korunaklara rağmen her gün yeni şeylere tanık oluyorsak,
bunların yerleştikleri anayasa maddelerini biraz daha güzelleştirerek elde
edebileceğimiz hiçbir şey yoktur. Diğer yönden yaşadığımız bu kadar derin ve
kapsamlı insan hakları sorunları varken, insan haklarının söylem ve kapsam
alanını daraltıp, yurttaşlık, kimlik, kültürel hak, anadil vb. konular üzerinde
sürdürülen tartışmalar, demokratik hukuk devletini tahkim etmekten başka bir
amaca, örneğin grup hakları ekseninde toplumu ve ona uygun siyasi modeli
yeniden tanımlamaya yönelmiş tartışmalardır. Demokrasi arayışı içinde değiliz,
yeni bir toplum modelini mümkünse demokratik araç ve yöntemlerle inşa etme
arayışındayız. Sorunu dosdoğru ortaya koymak sağlıklı sonuçlara ulaşmak için gereklidir.
Yeni
bir toplum arayışının yöntemi, siyasi, dili, siyaset dilidir. Anayasa
hukukçularının bu sürece sunacakları katkı, kendilerine sipariş edilen toplum
modellerine en uygun anayasayı dikmek olabilir ancak. Bu da anayasa hukukçusunun
işi olmadığı gibi, ona yakışan bir görev de değildir.
Bizim
rolümüz bu olmamalıdır. Tüm toplumsal kesimleri anayasacılık ilke ve hedefleri
konusunda ortak bir zeminde birleştirecek bir düşünsel ortak payda yaratmak
için çabalamak zorundayız. Yeterince çaba gösterirsek, bugün ülkemizde, anayasa
adına yaşanan ve söylenenlerin, Türk Milletini hedef almış bir devletsizleştirme,
kimliksizleştirme, anayasasızlaştırma operasyonunun gayriahlâki ve gayriinsani
mizanseni olduğu konusunda insanlarımızı belki ikna edebiliriz.
Yukarıda
nedenlerine değinildiği üzere, anayasanın içeriği konusunda bir uzlaşma
sağlanması zayıf bir ihtimaldir ya da sağlanacak uzlaşma ancak çok sınırlı
olabilir. O zaman anayasacılık ilkeleri, anayasacılığın hedefleri ve anayasa
teknikleri konusunda daha geniş bir uzlaşma yaratmak zorundayız ve bunu
yapabiliriz.
Konjonktürün
ittiği bir zeminde, bazı kesimleri tatmin edecek şekilde, yeni bir toplum
modeli yaratmak üzere anayasal rejimde revizyon yapmayı değil, demokratik hukuk
devletini, hem iktidar hem de yurttaşlar açısından mümkün ve işlevsel kılan ve
böylece toplumsal bütünleşmeye katkı sunabilecek anayasal formüller üretmeyi
öneriyorum. Bu formüller salt anayasa metni içinde kalarak değil, anayasal
devletin tüm hukuki zemininde üretilmelidir. Bu formüller üretilirken,
anayasacılığın dün, bugün ve daima, siyasi iktidarı sınırlandırmak için ihtiyaç
duyulan bir metin olduğu, hiç hatırdan çıkarılmamalıdır. Sınırlı devleti kurmak
ve siyasi iktidarı kendi sınırları içinde tutmak amacıyla yapılmış anayasalar için
bugün gündemde olan sorun, siyasi iktidarı gerçek anlamda sınırlamanın kural,
kurum ve yöntemlerini yeniden düşünmek ve formüle etmektir. Buna siyasi sistemi
yeniden yapılandırmak da diyebiliriz.
Anayasaya
toplumsal bütünleşmeyi sağlama gibi bir işlevi atfediyorsak, o zaman kendisine bunun
altından kalkabileceği bir meşruiyet temeli ile tutarlı ve kapsamlı bir içerik
kazandırmak zorundayız. Tüm toplumsal güçlerin, mümkün olan en geniş ölçüde
anayasa yapım sürecine katılmasının sağlanması ön şart ve ilk aşamadır ve biz
şimdi buradayız. TESEV, TOB, Barolar Birliği, TÜSİAD gibi kuruluşlar toplumsal
uzlaşmanın varlığına bizi inandırabilecek kadar geniş bir toplumsal tabana
dayanmıyorlar, siyasi iktidar da toplumsal tabanın değil ancak kendi destek
tabanının sahibi ve sesi olabiliyor. Dolayısıyla, hali hazırda ortada uçuşan
anayasa taslakları, çıkar gruplarının kendi içinde ve kendi üyeleri arasında
uzlaşılan ilke ve değerleri yansıtabilir. Biz anayasa hukukçuları, tüm
toplumsal kesimleri, anayasacılık ilke ve hedefleri konusunda ortak bir zeminde
birleştirecek bir düşünsel ortak payda yaratmak için çabalamak zorundayız.
Görevimiz budur ve bu kadardır. Yaratılacak ortak payda ise şudur: Devletin
dayandığı temel felsefe, devleti yaşadığı coğrafyanın tüm koşullarına karşı
tahkim eden örgütlenme modeli, toplumsal birliğini yasladığı yurttaşlık statüsü
ve siyasi iktidar karşısında birey hak ve özgürlüklerinin güvence altıda
tutulmasına ilişkin yoğun duyarlılık ve buna dayalı kurumsal önlemler, hep
birlikte anayasanın kapsam alanındadır. Kısaca; milletimiz, özgür iradesiyle, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü koruyacak
bir örgütlenme modeli içinde demokrasisini geliştirecek ve güçlendirecek, hukuk
devleti yapısını sağlamlaştıracak ve sadece bu amaçla anayasa yapacak veya
değiştirecektir.
Türk millî egemenliği sona ererken:
Onlar millet, biz değiliz
Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ[3]
ÖZET
Fransa, Almanya, İspanya ve Yunanistan
Anayasalarında bu devletlerin Fransız, Alman, İspanyol ve Elen devletleri
olduğu belirtilmektedir. Buna karşılık Türkiye’de yeni bir anayasa ile devletin
tarifinden Türk kelimesinin tamamen çıkarılması talep edilmekte, ‘Türk’ün
Avrupa milletleri gibi bir millet değil, bir etnik grup olduğu ve ‘dikdörtgen Anadolu
mozaiğinde Türk’ten başka ve ona eşdeğer düzinelerce etnisitenin yaşadığı ileri
sürülmektedir. Bu heterojen etnik mozaik devletinin sınırlarının nasıl
çizileceği belirsizdir. Bu sınırlar muhtemelen plastiktir. Siyasî açıdan bu
yapıda bir coğrafya bir imparatorluğa tabi bir bölge olarak da tarif
edilebilir.
Türksüz Bir
Türkiye’ye Doğru
Türk Milleti’nin egemenliğine son verecek
yeni anayasa çalışmaları başladı. Aslında çalışmalar yıllar öncesine dayanıyor
ama bu ameliyatın 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra teşekkül edecek meclis
tarafından yapılması planlanmıştı. Dolayısıyla bu sefer “başladı” derken
hazırlık safhasının sona erdiğini, eylem zamanının geldiğini kastediyorum. Yeni
anayasanın “Türk” kavramı ile ilgili ana çizgileri bir TESEV raporunda şu açıklamalarla
belirmekteydi:
“Anayasa’nın Başlangıç bölümü dâhil olmak
üzere bütününde, Türk etnik kimliğine vurgu hâkimdir. Bu vurgu, metin boyunca
sıkça tekrarlanan ‘Türk vatanı ve milleti’, ‘yüce Türk devleti’, ‘Türk
milleti’, ‘Türk toplumu’, ‘her Türk’, ‘Türk vatandaşı’, ‘Türk dili’, ‘Türk
kültürü’, ‘Türk tarihi’ gibi ifadelerle kendisini göstermektedir. Bu dil,
farklı etnik kökene mensup insanlardan oluşan Türkiye toplumunun çoğulcu
yapısıyla bağdaşmamaktadır. Bu nedenle, hazırlanacak yeni Anayasa’da herhangi
bir etnik kimliğe bu ve benzeri göndermeler yapılmamalıdır. Gerek Anayasa’nın
birçok maddesinde, gerekse çeşitli yasalarda yer alan ‘Türk milleti’ ifadesi
‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları’ ifadesiyle değiştirilmelidir. Bazı
hukukçulara göre ise, kolaylığı nedeniyle sadece ‘millet’ sözcüğünün
kullanılması yeterli olacaktır.
Bu düzenlemeler ışığında, 6, 7 ve 9. Maddeler
başta olmak üzere, Anayasa’da yer alan ‘Türk milleti’ ifadeleri, ‘Türkiye
vatandaşları’ ibaresiyle değiştirilmelidir. Benzer bir düzenleme, yasalar,
yönetmelikler, genelgeler ve tüzüklerde, yani mevzuatın genelinde de
yapılmalıdır.”[4]
Dikdörtgen Etnik Mozaik
Daha sonra, yine TESEV’in yeni anayasa
çerçeve çalışması yayınlandı. Orada da, bugünkü TBMM’nin meşruiyet kaynağı
olarak benimsenen “Hâkimiyet Milletindir” veya “Egemenlik Ulusundur” gibi
ifadelerin artık reddinin gerektiği söyleniyordu. Yeni anayasada hiçbir etnik
unsura öncelik verilmemeli, hatta “egemenlik” kelimesi bile kullanılmamalıydı.[5] Bu
yazılanları doğru kavrayabilmek için TESEV ideolojisinde “Türk” kelimesinin
bizim milletimizin değil, “dikdörtgen Anadolu etnik mozaiğindeki” düzinelerce
etnik gruptan sadece birinin ismi olarak kullanıldığını bilmeliyiz.
“Dikdörtgen Anadolu etnik mozaiği”, TESEV
anlayışını veciz bir tarzda özetleyen bir ifadedir. Ben buna ilk kez, TESEV Anayasa Komisyonu Üyesi Ümit Cizre’nin,
“Türkiye’nin Kürt Problemi: Sınırlar, Kimlik ve Egemenlik“ makalesinde
rastladım. Makale, 2001 tarihli, birinci
editörlüğünü Irak Kürdistan’ı Anayasası’nın mimarlarından Brendan O’Leary’nin
yaptığı “Devleti Doğru Boya Getirme: Sınırları Değiştirmenin Politikası”
kitabında yer almaktadır.[6]
TESEV’in Anayasa Raporu, iktidarın düşündüğü
anayasaya dair esaslı ipuçları vermektedir, çünkü iktidar partisinin Anayasa
Hazırlama Komisyonu Başkanı Ergun Özbudun ve aynı komisyondaki mesai arkadaşı
Serap Atılgan son raporu hazırlayan komisyonun da üyesidir. Raporun yazarları
olarak Mustafa Erdoğan ve Serap Atılgan görünüyor ki, Erdoğan’ı, millî devletin
kararlı bir muhalifi, hatta devlet
kavramına toptan karşı çıkma ucunda bir radikal olarak tanıyoruz.
Aslında Türkiye’de siyasi iktidarın nasıl bir
anayasa düşündüğünü keşfetmek için ipucu peşinde koşmaya da gerek yok.
Başbakan’ın 16 Haziran 2012 tarihinde, seçim zaferi üzerine yaptığı balkon
konuşmasında yeni anayasa şöyle anlatılıyor: “Bu anayasa Türk’ün, Kürt’ün,
Zaza’nın, Arap’ın, Çerkes’in, Laz’ın, Gürcü’nün, Roman’ın, Türkmen’in,
Alevi’nin, Sünni’nin, azınlıkların yani 74 milyonun anayasası olsun.” Muhakkak
ki buradaki “Türk” anlayışı TESEV raporundaki gibidir; bir milletin değil,
birçok etnik gruptan birinin ismidir. Buna benzer ifadeler defalarca
tekrarlanmış, anayasadan Türk kelimesinin tamamen çıkacağı iktidar partisi yetkililerince
de açıklanmıştı.[7]
Bu arada, “Hâkimiyet Milletindir”le meşruiyet
kazanmış ve “milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma… büyük Türk
Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diye yemin etmiş
milletvekillerinin namus ve şereflerine halel gelmeden anayasadan Türk Milleti’ni
ve onun egemenliğini nasıl ortadan kaldıracağı ayrıca incelenmeğe değer ciddî
bir hukuk ve ahlâk problemi olabilir. Herhalde “kurucu irade”, “kurucu meclis”
gibi hukuk kavramları bu durumda devreye girmektedir.
Türk Milleti Hiç Olmadı
Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türk egemenliği”ne
son vermeğe kalkışanların postmodernist anlamda üst söylemi (grand narrative)
şöyledir:
1. Bugünün
dünyasında millet ve millî devlet yok olmuştur.
2. Bizim de dünyaya
ve AB’ye uymak için Türk, Türk Milleti gibi kavram ve inatlardan vaz geçmemiz
gerekir. Zaten tarihte Türk diye bir millet yoktu; Türk Milleti Kemalistler
tarafından icat ve inşa edilmeye çalışılmıştır.
3. Egemenliğin - hâkimiyetin
kaynağı millet değildir. Halktır. Halk ise düzinelerce farklı etnisiteden
oluşur.
4. Hatta bugünün dünyasında egemenlikten bahsetmek bile yanlıştır.
Bu söylemin sahipleri bizi, dünyanın bu
standartlarda fikir birliğine vardığını ikna etmek istiyorlar. Bu iddialar yeni
değildir. Meselâ kurucularının, PKK’nın cephe organizasyonu haline geldiğini
iddia ettiği -kendileri bunu reddetmektedir- İnsan Hakları Derneği’nin “Kopenhag Siyasi
Kriterleri ve Türkiye Mevzuat
Taraması”8 raporu on bir yıl öncesine, Sınırların
Değiştirilmesi Politikası’yla kabaca aynı döneme aittir. TESEV raporlarında
Türklükle ilgili pasajların bu eski İHD raporundan aktarıldığı görülmektedir:
“Türkiye Cumhuriyeti, reel olarak tek bir etnik kökene dayalı insan
topluluğundan meydana gelmemiş olmasına karşın, Türkiye Cumhuriyeti
yurttaşları, yurttaşlık hakları söz konusu edildiğinde de, Türk etnik kimliğine
bağlı olarak ‘Türk vatandaşı’ olarak nitelenmektedirler. Etnik kökene vurgu
yapılan yerlerde de görüldüğü gibi, Türk, Türk evladı, Türklük, Türk soyu,
soydaş, Türk olmanın şerefi gibi nitelemelerle anılmaktadırlar.”[8]
Bu iddialar gerçek midir? Dünyada millet ve
millî devlet son bulmuş mudur? AB’ye girmek, Kopenhag Kriterleri’ne uymak için
içinde “Türk”ün geçmediği bir anayasaya şart mıdır? AB üyesi birkaç ülkenin
anayasalarına göz atarak bu soruları cevaplandırmaya çalışalım:
Türk Milleti, Fransız, Alman, İspanyol, Yunan
milleti gibi değil ki…
Fransız Anayasası başlangıcı: “Fransız halkı
vakarla ilan eder ki…” (Fransa halkı değil!) Metinde “Fransa” 2 defa, “Fransız” 5 defa geçiyor.
Alman Temel Kanunu başlangıcı: “Tanrı ve
insanın huzurunda… Alman Halkı, kurucu iktidarlarını kullanarak…” (Almanya
halkı değil!) Temel kanunda 45 defa “Alman”, 17 defa “Almanya” denmektedir.
Almancada metinde kelime işlemciyle bu ayrımı yapmak kolay. Alman:
Deutsch. Almanya: Deutschland.
Yunan Anayasası tamamen “Elenler” için kaleme
alınmış. Meselâ vatandaşların kanun önünde eşitliğinden değil, Elenlerin kanun
önünde eşitliğini öngörüyor!
İspanya Anayasası’nda “İspanyol” 20 defa
geçiyor. İspanya 26 defa.
Bu örnekler, Türk kamuoyunu hedef alan
söylemle gerçeğin bağdaşmadığını gösteriyor. Belli ki hukuk, globalleşme, insan
hakları ve hatta bilim gibi kavramlar aslında “sınır değiştirme politikası”
için kullanılmaktadır. Bizi “daha güzel bir geleceğe” taşımaya kararlı
insanlar, bunu başarabilmek için gerektiğinde yalanı da mübah görmektedirler.
Şöyle bir izah da geliştirebiliriz: Türkiye
bir fikir savaşı, bir fikir saldırısı karşısındadır. Saldırganlar, on yıllara
yayılan bir sabır ve dikkatle saldırının kelime mermilerini özenle
seçmektedirler: Alman, Fransız,
İspanyol, Elen birer “millet”tir. Türk, bir
etnisitedir. Millet değildir, hiçbir zaman millet olmamıştır. Bu terim
manipülasyonu, siyasî ümmetçilerin milleti kavim (sülale) olarak algılayan
dünya görüşleri ile de kolaylıkla bağdaşmaktadır.
Denilebilir ki, Avrupa millî devletlerinin
sınırları saf ve bir tek etnik grubu kapsar. O yüzden TESEV’in, BDP’nin,
PKK’nın ve İHD’nin iddiaları onlar için değil ama bizim için geçerlidir. Bu savunma bile, millet ve milliyet muhalifi söylemin
genel olamayacağını kabul etmek demektir.
Fakat bu müdafaa da yanlıştır. En yakın
komşumuz Yunanistan’ın “Elen Müslümanlar” dediği Batı Trakya Türklerinden
başlayabiliriz.
Fransa’da etnik grupların nüfus sayımı
yasaktır. Ancak bugün Fransa’da yaşayan nüfusun yaklaşık üçte birinin yabancı
kökenli olduğunu bildirilmektedir.[9]
Almanya’da yaşayan Alman vatandaşlarının %9’u
etnik Alman değildir. Federal Cumhuriyet’te yaşayıp da vatandaş ve Alman
olmayanların nüfusa oranı da %8’dir. Toplam %17 etmektedir.[10]
Bu yüzdeler Türkiye için verilenlerden çok
farklı değildir, çoğunda da daha büyüktür.[11]
Ancak Batılı ülkelerin halkı, hangi etnik kökenden gelirse gelsin, o devleti
kuran milletin adıyla anılmaktadır. Kimse Yunanistan için “Üçgen etnik mozaik”,
Fransa için “Altıgen etnik mozaik” ve Almanya için “Oval etnik mozaik”
dememektedir. Niçin? Bunun tek cevabı o milletlerin ve millî devletlerin
birinci sınıf ve iyi, Türklerin ve onların devletinin ise ikinci sınıf ve kötü
olduğudur.
Burada çarpıcı bir çifte standartla karşı karşıyayız.
Görülmektedir ki postmodern jargonla Türkler, kesinlikle “Öteki”dir.
Millet-etnisite anlayışının dışında da benzer çifte standartları bulmak
kolaydır. Mesela “asimilasyon”
sürecinin Türkler tarafından yapılma ihtimali varsa bu bir “insanlık suçu” dur.
Fakat eski Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly’e göre, eğer Almanlar tarafından uygulanacaksa, farklıdır: “Çift
dilli sokak levhaları görmek istemiyorum… ana dili Türkçe olan homojen bir
azınlığın gelişmesini istemiyorum.
İçimizdeki Türkler, bizim kültür uzayımızda
gelişmelidir. Herkesin ana dili Almanca olmalı veya
Almanca haline gelmelidir; en iyi entegrasyon
şekli asimilasyondur.”[12]
Sınırları Değiştirmenin
Politikası: Egemenlik Olmasın
Peki, hâkimiyet veya egemenlik millete
dayanmayınca ne olur? Gerçi TESEV anayasa raporu hâkimiyet ve egemenlik
tabirlerine de karşıdır. Onların yerine “iktidar” kelimesini teklif etmektedir.
Peki, “iktidar” diyelim, millete
dayanmıyorsa ne olur? Halka dayanacaktır. Halk ise düzinelerle farklı etnik
kökenden gelme heterojen bir gruptur. Anayasada hiçbir ideolojinin yer almaması
gerektiğini söyleyenler aslında kendileri bir ideolojinin savunucularıdır. Bu
radikal ideoloji, Türk toplumunu mesela Dubai Havaalanı transit yolcu salonu ahalisi gibi
algılamaktadır. Bu halkın onu diğerlerinden ayırt eden hiçbir ortak niteliği
yoktur. O halde bu ülkenin, bu devletin sınırlarını ne belirleyecektir?
Irak’ta, Suriye’de daha önce İngilizlerin yaptığı gibi birileri ellerine cetvel
alıp da mı sınır çizecektir? Hâkimiyet milletin değilse bunun önünde hiçbir engel
yoktur. Sınır şuradan da geçebilir, buradan da… Din de sınır çizmek için bir
kriter değildir. Bizim birçok “etnisitemiz” arasında din birliği bulunduğu
doğrudur ama aynı etnisitelerin İran’la, Irak’la, Suriye ile de din birlikleri
vardır. Bu düşüncelerin sonunda gelip “Sınır değiştirme politikası”na dayanması
çok mümkündür ve muhtemeldir.
“Hâkimiyet milletin değilse ne olur?”
sorusunun bir başka cevabı da tarihte aranabilir. Millî devletlerden önce
hâkimiyet prensliklerde ve imparatorluklardaydı. Millî devleti -batı dışında- yok
etmenin bir sonucu da Batının yeniden imparatorluk tesisine izin verecektir.
İmparatorluk için imparatorluğun toplam hâkimiyet sahası ve sınırları
önemlidir, tabi ülkelerin birbiriyle sınırları veya toplam sahanın kaç siyasî
birime bölüneceği değil. Bunlar ihtiyaca göre kolayca kaydırılabilir. Devletler
doğru boya budanır ve sınırlar politikalar doğrultusunda değişir.
Milletsiz devlette sınır sorusu, nereden
bakarsanız bakın aynı cevaba çıkar gibi.
Yeni
Anayasa İsteyen Parmak Kaldırsın
Müttefiklerimiz
ve onların güdümündeki liberal, yani hürriyetçi(!) aydınlarımız, Türkiye’de
herkesin yeni bir anayasa istediğini, beklediğini söylediler. Yaydılar… En acil
işimiz buydu. Halk, “Yeni anayasa, yeni anayasa, yeni anayasa olmazsa biz ne
yaparız?” diye ağlaşıp duruyordu.
Türkiye’de
az önce sözünü ettiğimiz müttefiklerimizin ve onların kompradoru dar menfaat
gruplarının güdümündeki propaganda aletlerine -eskiden onlara “aparatçik”
derdik- “aydın” tabir edilir. İyi
koordine edildikleri ve iyi para harcadıkları için de propagandaları etkilidir.
Cürümlerinden epey büyük yer yakarlar. Zaman zaman bizim arkadaşlarımızı da
tesir altında bırakırlar. Geçen gün, Türk Milliyetçisi bir arkadaşım, şöyle bir
ifade kullandı: “Yeni Anayasaya duyulan ihtiyaç, toplumsal kesimler tarafından
dillendiriliyor…” İşte, diye düşündüm, güdümlü hürriyetçi aydınlarımızın
menzili bu kadar uzun! Tamamen propagandaya dayalı, gerçek hayatla hiçbir
ilgisi bulunmayan bir iddia, böyle, gerçekmiş gibi söylenebiliyor.
Hangi
toplumsal kesimler yeni anayasaya duydukları ihtiyacı dillendiriyor? Hakikaten
çevrenizden, ”yahu şu anayasayı da bir an önce değiştirsinler de kurtulsak”
diye bir talep kulağınıza geldi mi? Böyle bir talebi hissettiniz mi? Siz,
kendiniz, böyle bir ihtiyaç içinde misiniz?
Yeni
anayasa, AKP’nin seçim kampanyasının vaatlerinden biriydi. Birincisi değildi.
İkincisi de… Üçüncüsü de… Partiler, fikirleri ne olursa olsun zikirlerini, yani
propagandalarını halkın taleplerine uygun şekilde hazırlamak zorundadırlar.
Yeni anayasa halkın gündeminde ise ona vurgu yapmak zorundadırlar. Değilse, pek
az bahsederler… Böyle de oldu.
Peki,
sübjektif olmayalım. Biraz daha ilmî konuşalım… Yeni anayasa kimin ne kadar
umurunda? Hangi partide ne kadar gündemde? En fazla AKP’lilerin gündeminde
olmasını bekleriz değil mi? CHP ve MHP’lilerden daha fazla. Üstelik Sayın
Başbakanımız, seçimlerden sonra balkon nutkunda da yeni anayasanın ne kadar
güzel olacağını anlatmış, “Bu, Roman, Kürt, Laz, Türk, Çerkez… herkesin
anayasası olacak” mealinde methü senalar eylemişti. Evet, yeni anayasa, ona en
çok sahip çıkan AKP seçmeninin ne kadar umurunda? Bu soruya oldukça objektif
cevap verecek bir anket var elimizde: Ak Parti’nin seçim vaatleri ile ilgili,
partinin resmî İnternet sitesinde yaptığı bir anket. AKP, kendisini taraftarlarına soruyor, “Seçim
vaatlerimizden en çok hangisini beğendiniz?”. Buyurun size vaatlerin popülerlik
sıralaması:
Ø Milli
Tank üretimi başlıyor. İlk Türk muharebe tankı 'Altay' için hazırlıklar son
aşamaya geldi (232 puan)
Ø Dünyanın
ilk 10 ekonomisi arasına gireceğiz (208 puan)
Ø İstanbul
vaatleri (208 puan)
Ø Tarımda
dünyanın ilk 5'i arasında olacağız (208 puan)
Ø Yüksek
hızlı internet her yerde olacak. (208 puan)
Ø İlk
yerli uçağı uçuracağız. 2023'e kadar Türk yapımı uçaklar semalardaki yerini
alacak. (187 puan)
Ø Arıkopter
(Türk helikopteri) uçmak için gün sayıyor. (182 puan)
Ø Vize
muafiyeti artacak. Türkiye'nin Şengen Vize sistemine dâhil edilmesi için
girişimlerimizi sürdüreceğiz. (176 puan)
Ø 1
milyon işsize iş. İşsizlik oranını yüzde 5'e indirmeyi hedefliyoruz. (46 puan)
Ø Kısa
ve öz, demokratik ve çoğulcu yeni anayasa yapılacak. (45 puan)
Yeni
anayasa iştiyakı son sırada! Hem de sıranın başıyla yeni anayasa arasında beş
mislinden fazla puan farkı var.
Peki,
kim istiyor bu yeni anayasayı Allah aşkına? Şüphemiz bulunmayan istekliler
şunlar: TESEV, BDP, İHD. Bu isteyenlere bakınca nedense PKK’nın da çok soğuk
bakmayacağı içime doğdu. Ne dersiniz?
Milli Egemenliğimiz ve “Yeni” Anayasa
Sadi SOMUNCUOĞLU[13]
GİRİŞ
“Yeni” anayasaya gerçekten ihtiyaç var mıdır?
Varsa önceliği nedir? “Yeni” anayasadan murat, Türkiye’nin daha iyi yönetilmesi
ise, devletin temellerini sarsmadan, yeni huzursuzluklara, ayrışma ve
çatışmalara meydan vermeden, mevcut anayasayı ıslah etmek daha akıllıca olmaz
mı? Neden “Yeni” anayasanın bütünü için “insan odaklı, insanı mutlu edecek,
demokratik ve özgürlükçü” gibi yuvarlak, içi boş, anlamsız sloganlarla
yetinilirken, sıra devletin meşruiyet temellerine ve kimliğine gelince, Türk Devletini
tasfiye edici, ayrıntılı ifadeler kullanılmaktadır. “Yeni” anayasa denince neden bütün söylemler, Milletimizin
birliği, egemenliği ve devletimizin
üniter-milli yapısı üzerinde odaklanmaktadır? Bu tartışmalarda
niçin bölücü terör örgütü muhatap alınmaktadır; gizli-açık
görüşmeler ve pazarlıklarda sanki birlikte “yeni”
anayasanın ruhu belirlenmeye çalışılmaktadır? Bu durumda “yeni” anayasa, TBMM’nin hür iradesiyle mi, yoksa bölücü
terör örgütüyle varılacak mutabakatla mı hazırlanmış olacaktır?
İşte bu incelemede “yeni” anayasa meselesi,
bu sorular ve benzerleri ekseninde tahlil edilecek; coğrafyayı vatan yapan
milletimizin yüksek iradesi, kültür ve medeniyeti, devletlerimizin temelleri ve
kimliği ile öne çıkan bazı kavramlar üzerinde durulacaktır.
Anayasa Ne Demektir?
Anayasa devletin meşruiyet kaynağını,
kimliğini, kuruluş esaslarını, temel amaç ve görevleri ile yönetim biçimini
belirleyen; bireylerin hak, özgürlük ve yükümlülüklerini gösteren, kişilerin
birbirleriyle, toplumla ve devletle ilişkilerini düzenleyen temel siyasi
yasadır. Anayasa üstün hukuk normudur.
Demokratik hukuk devletinde ana yapı,
yasama, yürütme ve yargı organlarından
oluşmaktadır.
Kuruluş esasları ve hukuki yapıları
uluslararası hukuka ve genel duruma uyan devletler bu özelliktedirler. Kendine
has şartlarda ve konjonktüre göre kurumuş istisnai
konumdaki devletlerin anayasaları ise, birbirlerine benzemediği gibi, hiçbir
ülkeye de örnek teşkil etmez. Anayasa konusuna bu çerçevede bakılması gerekmektedir.
Türk Anayasaları
Bugüne kadar, 108 yılda 5 yazılı anayasamız
olmuştur. Bunlar; 1876 Kanuni Esasi, 1921 geçici Anayasası, 1924 Anayasası,
1961 Anayasası ve 1982 anayasasıdır. Bu anayasalardan ilk üçünün gerçek
ihtiyaçtan; son ikisinin ise darbeler sonucu kurulan yeni rejime göre
“sıfırdan” yapıldığı bilinmektedir.
Ancak konumuz açısından çok önemli olan
husus, devletin kimliğinin Sultan II. Abdülhamit
Han’ın 1876 Kanuni Esasi’sinden 1982 Anayasasına kadar aynı kalması, adeta
kopya eder gibi korunmasıdır.
Anayasaların hepsinde de, kurucu irade, kuruluş
esasları ve meşruiyet kaynağı denilen, milletin ruhu esas alınmıştır. Böyle
olması da çok tabiidir. Çünkü
kurucu iradenin sahibi değişmemiş, hep Türk Milleti olmuştur.
Kimlik meselesi günümüz tartışmalarının da
eksenini teşkil ettiğinden, ilk anayasamızdan somut deliller vererek, devletin
yapısındaki sürekliliğe ve bütünlüğe dikkatleri çekmek isteriz.
Önce 1876 Kanun-i Esasi’ye bakalım. (1908
değişiklikleri dâhil)
Madde
1.
Osmanlı devleti ülkesiyle bir bütündür,
hiçbir gerekçeyle bölünemez.
Madde
2.
Osmanlı Devletinin başşehri
İstanbul’dur
Madde
8.
Osmanlı Devleti’nin uyruğunda bulunanlara
“Osmanlı” denir,
Madde
17.
Yasa önünde bütün Osmanlılar eşittir.
Kişilerin, din ve mezhebine bakılmaksızın vatana karşı aynı hak ve ödevleri
vardır.
Madde
18.
Devlet memuru olabilmek için “devletin resmi
dili” Türkçeyi bilmek şarttır.
Madde
57.
Mecliste müzakerelerin dili Türkçedir.
Madde
68.
Türkçe bilmeyen milletvekili olamaz.
Madde
71.
Milletvekilleri, seçim bölgesinin ayrıca
vekili olmayıp, Osmanlı vekilidir.
Muhtevası belirlenen bu kimlik elbette 1876
Kanuni Esasi ile kazanılmış değildir. Devletin kuruluşundan itibaren; sarayda,
orduda, devlet işlerinde, mahkemelerde, şiirde,
edebiyatta, kültürde, musikide, mimaride, sanatta, günlük hayatta, her yerde ve
her işte, Türk dili ve kültürü esas olmuştur.
Ondan önce Selçuklu devleti de, Osmanlı
gibi Türk Milletinin devletiydi.
Yukarıda 8. Maddede bahsi geçen “Osmanlı”
sözü hiç şüphe yoktur ki, “Türk”
anlamındadır. Aynen Cumhuriyet dönemi
anayasalarında çok kullanılan “Türkiye”
sözünün, Türk anlamında kullanılması gibi. Nitekim bu anayasalarda, “egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletine
aittir” denilmek suretiyle, hiçbir tereddüde yer bırakılmamıştır. O
bakımdan, bu günün tartışmalarında “Türkiye”
sözünü, “Türk”ten ayrıymış gibi
göstermeye kalkışmanın gerçekle ilgisi yoktur. Buna rağmen, günümüzün her türlü
istismarına fırsat vermemek için, Türkiye yerine, hep Türk, Türk vatanı ve Türk Milleti
kavramlarını kullanmakta yarar vardır.
Osmanlı Devletinin ömrünü tamamlaması üzerine
yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti geçmiştir.
Bu dönemde bütün dünyada imparatorlukların dağıldığını, egemenliğin artık hanedan eliyle değil, doğrudan doğruya millet eliyle temsil edildiğini, demokratik hukuk devleti
dönemine girildiğini hatırlamalıyız.
Nitekim TBMM, 1922’de aldığı 308 numaralı
kararla bu hususa açıklık getirmiştir.[14] Karar şöyledir: “Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu ve
gerçek sahibi olan Türk Milleti,… düşmanlarına karşı
kıyam etmiş …bugünkü kurtuluş gününe vasıl
olmuştur.”
Daha önce de 1921 Anayasasında
1. Maddede, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”
2. Maddede “İcra kuvveti ve yasama yetkisi milletin yegâne ve hakiki temsilcisi
olan Büyük Millet Meclisinde belirir ve toplanır” denildiği
görülüyor.
Benzer hükümler 1924 Teşkilatı Esasi’de
2. Maddede “Devletin resmi dili Türkçedir”
3. Maddede ”Egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir”
4. Maddede “Türk Milletini ancak
Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder”
1945 değişikliği ile “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın
vatandaşlık itibariyle Türk denilir… vatandaşlık
kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.” şeklindedir.
1961
Anayasasında
2. Maddede, “milli devlet”
3. Maddede “resmi dili Türkçedir”
4. Maddede “Egemenlik kayıtsız
şartsız Türk Milletinindir”
1982
Anayasasında
3. Maddede “Devletin dili Türkçedir”
6. Maddede “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir” şeklinde
belirlenmiştir.
Bu örneklerde görüldüğü gibi devletin sahibi ve kimliği hiç değişmemiş, “Türk” ve “Türk Milleti” olarak
kalmıştır. Esasen egemenlik millete ait bir kavram olduğundan, devletin sahibi,
bünyesindeki etnik grupları da temsil eden millettir. Zaten başka türlüsü mümkün de değildir.
Anayasalar ve Kanunlar Kullanıldıkça
Değer Kazanırlar
Anayasalar ve kanunlar kullanıldıkça değer
kazanırlar. Yürürlükteki anayasa ve yasalar;
mahkeme içtihatlarıyla zenginleşir,
gelişir, değişir, toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak bir muhtevaya
ulaşmaya çalışır. Mevzuat da, böylece aynen toplum
gibi canlı, gelişen dinamik bir hüviyet kazanır.
Bu bakımdan “yeniden” anayasa yapılması çok sorunlu, riskli, konjonktüre ve bir
kesimin ideolojisine bağlı olma tehdidi altındadır. Yerleşmiş, köklü devlet
kültür ve geleneğine sahip ülkelerde, yeni anayasa değil, ıslah edilen
anayasadan bahsedilebilir. Bu da, ciddi saha araştırmalarını, samimi ve azami bir uzlaşmayı gerektirir.
Ama Afrika gibi yeni ve istikrar kazanmamış, kökleşmemiş devletlerde, işler yürümedikçe anayasa ve yasaların, yeni baştan yapılması sıradanlaşır. Buna karşılık, gelişmiş
ülkelerde anayasalar, kurucu irade ve devletin
kuruluş esasları titizlikle muhafaza edilerek,
geliştirilmektedir. Mesela ABD,
250 yıldır böyle yapıyor.
1961’de ihtilalciler, “sıfırdan” yeni anayasa yapmaya kalktıklarında, rahmetli Ord. Prof. Dr. Ali Fuat BAŞGİL mealen şu tavsiyede
bulunmuştu:
“1924
anayasasını çöpe atmayın. Bünyemize ve ihtiyaçlarımıza uyduğu görülen
maddelerini muhafaza edip, yetersiz veya eksik olan yönlerini geliştirin,
değiştirin. Yeni bir anayasa
yapılırsa, ideal planda çok iyi olabilir, ama toplumun ihtiyaçlarına ve
yapısına ne kadar uyacağı, nelerle karşılaşılacağı bu günden bilinemez. Endişe
ederim ki, uygulamada çok büyük sıkıntılara sebep olabilir.”
Bu bilge kişinin tavsiyesine uyulmadı, 1924
Anayasası çöpe atıldı. Konjonktüre ve
teorik doğrulara göre 1961 anayasası maalesef yeniden hazırlandı. Türk siyaseti
1982’ye kadar, bünyemize uymayan bu anayasayla kavga etmek zorunda kaldı.
1980 darbesini yapanlar da söz dinlemediler,
aynı hataya düşerek 61 anayasasını bütünüyle çöpe attılar. Yine konjonktüre göre bir tepki anayasası hazırlattılar. Bu defa da 1982 Anayasası
kavga konusu oldu. TBMM 1987’den başlayarak bu anayasanın kuruluş esasları
hariç, maddelerin tamamına yakınını değiştirdi.
Bu da
yetmedi. Sıra, darbecilerin bile düşünmedikleri, 1876 Osmanlı
anayasasından beri korunan devletin üniter-milli yapısı, daha açık ifadesiyle
devletin Türk milletine ait olduğunu gösteren maddelerine geldi. Tarihimizde, egemenliğimizi
hedef alan böyle bir durumla ilk defa
karşılaşılmaktadır.
“Türkiye’yi
dönüştürmek” adı verilen bu inkârcı, ülkeyi sosyal gruplara göre
ayrıştırıcı ve egemenliği paylaştırıcı sürecin, bölücü terör örgütü ve
emperyalistlerden beslendiği de açık bir
gerçektir. Bu yoldan dönülmediği takdirde, varlığımızın bütünüyle daha da vahim
bir keşmekeşe sürükleneceği görülmektedir.
Milli Devlet, Rejimler ve Yönetim Türleri
Dünyamızdaki genel duruma
ve uluslararası hukuka göre devletlerin tamamına yakını, bir millete
dayandığı için millidir. Tabii ve esas olan da bu yapıdır. Bu eksende kurulan
devletlerin rejimleri farklı olabilmektedir. Padişahlık,
krallık, diktatörlük, mutlakıyet, meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi gibi.
Öte yandan rejimlerin bir
de yönetim, (Otorite/yetkinin kullanılması) biçimleri
vardır ki; bunlara üniter (merkezi), federasyon veya konfederasyon adı verilmektedir.
Bir de, zamanımızda pek rastlanmayan gayri milli adı verilen çok ortaklı etnik devlet yapıları vardır. Dağılan
Yugoslavya, SSCB ve bugünkü Irak gibi.
Burada dikkatten kaçmaması
gereken bir husus vardır; o da ülkemizde rejimler değişmiştir, ama devletin temel
yapısı hep aynı, milli olarak kalmıştır. Yönetim biçimi de böyledir; değişmemiş, hep üniter (bir merkezden yönetim) olarak sürmüştür. Özetle, Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de milli ve
üniter/tekil yapıda bir devlettir.
ABD ve Almanya da bir milletin devleti
(milli)’dir. Ama yönetim biçimi üniter değil, federaldir. ABD’nin 50 eyalet
devleti de “Amerikan” milletine; Almanya’nın 16 eyalet devleti de “Alman” milletine, yani bir millete aittir.
Ama yönetimi çok merkezden yapılmaktadır.
Irak Federal Cumhuriyeti ise, bu genel duruma
istisna teşkil etmektedir. Yani Devletin temel yapısı gayrı millidir. Çünkü 2 kurucu
unsurlu (Arap ve Kürt), 2 dilli (Arapça ve Kürtçe) ve 2 yönetim merkezli (Bağdat
ve Erbil)’dir. 2003’e kadar üniter-milli olan Irak’ta, bir olan ne varsa böylece ikiye bölünmüştür.
Bu devlet yapısına ne milli, ne üniter ne de bilinen anlamda federal denilebilir.
Gayri milli, çok ortaklı ve etnik yapıda
konjonktüre ve emperyalistlerin çıkarlarına göre kurulmuş bir devlettir. Bu haliyle
geleceği karanlıktır ve her zaman iç çatışma, savaş ve kaos demektir.
Şimdi “yeni” anayasa ile aynı
gayri milli, çok
ortaklı etnik devlet, Türkiye’de de kurulmak istenmektedir.
BOP çerçevesinde, “demokratikleşme” ve “özgürleşme” uyuşturucusuyla,
PKK terörü, AB ve ABD baskılarıyla, adım adım sonuca yaklaşmaktadır.
Devlet Yapılarındaki
Dönüşümler
“Yeni” anayasa
tartışmaları sırasında, bazı kişi ve çevrelerin “Dünyamızda milli-üniter devletlerin devri bitiyor, federasyonlar
dönemi başlıyor. Türkiye büyümek için, çağa uymalı ve federasyona geçmelidir”
şeklinde propaganda yaptığı görülmektedir.
Gerçekten böyle mi? Önce burada bahsi geçen “federasyon”un bir millete ait olan
değil, “çok ortaklı, etnik” yapıda
gayri milli devlet biçimi olduğu hatırlanmalıdır. Buna göre bakalım:
Sovyetler Birliği (SSCB) dağılmış,
bağımsızlığını kazanan 15 devlet milli-üniter yapıda kurulmuştur.
Varşova Paktından
bağımsızlığını kazanan Merkezi ve Doğu Avrupa’nın 6 ülkesi, milli ve üniter
devlet olarak yola devam etmiş. Çek ve Slovaklar ayrılarak milli ve üniter
devletlerini kurmuşlardır. Federal yapıda olan Belçika Krallığı, Flaman ve
Valon bölgesi olarak fiilen ikiye bölünmüş, milli-üniter devletlerini kurma mücadelesini vermektedirler.
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, 20
yıla varan kanlı etnik çatışmalardan sonra dağılmış, yerine 5’i milli-üniter,
2’si karmaşık-suni yapıda bağımsız 7 devlet kurulmuştur.
Görüldüğü
gibi dünyamızda çok ortaklı-etnik federasyondan, ideal olan milli devlete dönüş devam etmektedir. Buna karşılık milli-üniter devletlerden
federasyona dönüşen tek bir örnek yoktur.
“Renksiz”, “İdeolojisiz” ve “Kimliksiz”
Anayasa
İnsanlar gibi milletler de subjektif varlıklardır. Hayata bakışları, değerleri, algılamaları,
öncelikleri, yorumları farklıdır. Bunun için bu varlıklar ayrı renklere,
ideolojilere, üsluplara ve kimliklere
sahiptirler. Milletler ve devletler tek tip, birbirinin kopyası gibi olamazlar.
Dünya düzeninde egemenlikler bu sosyolojik ve siyasi yapıya göre düzenlenmektedir. Uluslararası hukuk da buna göre şekillenmektedir.
Onun için devletlerin rengi, ideolojisi ve
kimliği vardır ve farklıdır. Kurucu olan, milletin özelliklerini
taşır.
Bu genel tespitten sonra konumuza dönelim.
İktidar partisi adına anayasa çalışmaları yapan Prof. Dr. Ergun Özbudun diyor ki; “Renksiz anayasa doğru, bir ideolojiye bağlı
anayasa yanlış olur”;[15] Prof. Dr. Zafer Üskül ise; “Milliyetçilik farklı anlaşıldığı için
anayasaya girmemeli” diyor.[16]
Doğrudur; Milliyetçilik, Türk Milleti, milli
kültür, milli-üniter devlet, Atatürk’ün dünya görüşü, kurucu felsefe, devletin
kuruluş esasları gibi kavramların farklı algılanması normaldir.
Hangi sosyal ve siyasi terim kullanılırsa kullanılsın durum değişmez. Sosyal ve
siyasi nitelikli kavramların şablonları, tek tip anlamları yoktur. Nereden bakıldığına göre değişir. Ama “biz”i tarif ettiği için çok önemlidirler.
Konuya açıklık getirmek için asrımızın en büyük medeniyet
projesi denilen AB Anayasasından birkaç örnek vermek isteriz.
“Avrupa’nın
kültürel, dini ve insani mirasından... ilham alarak... Manevi ve ahlaki mirasın
bilincinde olarak... Avrupa halklarının kültürlerindeki ve geleneklerindeki
çeşitliliğe ve üye devletlerin kimliklerine saygılı olarak… kiliseyle sürekli
irtibatta bulunarak...”
AB anayasasındaki bu kavramlar rengi, ideolojiyi, kimliği göstermiyor
mu? Eğer siz bir millete, ortak bir
kültür ve medeniyete sahipseniz, renginiz, ideolojiniz ve kimliğinizin olması kaçınılmazdır.
Bu gerçek bilindiği halde, milleti aldatmaya
yönelik sloganlarla propaganda yapılmasının bir amacı olması gerekir. Anlaşılan Türk Milletinin egemenliğiyle sorunları ve hesapları olanlar sahnededirler, ama dürüst de değildirler.
Niçin “Sıfırdan” Anayasa?
İncelediğinde görüleceği gibi 1982
Anayasası’nda 29 yılda 136 değişiklik yapılmıştır. 1987’den itibaren AKP dönemi
dâhil her meclis ve her iktidar döneminde çok sayıda değişiklikler
olmuştur. Özellikle AB taleplerinin
büyük kısmı aynen benimsenmiş ve gereği yapılmıştır. Bu sebeple 17 Aralık 2004
Zirve kararıyla, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiği
ileri sürülerek “müzakere” tarihi
verilmiştir.
Düne kadar anayasada yapılan bütün bu değişiklikleri, içeriden ve dışarıdan alkışlayanlar,
nedense bugün aşağılayıcı bir üslupla itiraz etmektedir.
Diyorlar ki; 136 değişikliğe rağmen bu bir
darbe anayasasıdır.
Milli iradenin, yani sivillerin yaptığı bu
değişiklikler için de; “Anayasa yamalı
bohçaya döndü. Sistematiği bozuldu. Bütünlüğü kalmadı”; daha da önemlisi
“anayasanın ruhu kaldı” diyebiliyorlar. Bu amaçla “demokratikleşme”,
“özgürleşme” ve
“insan haklarına dayalı” yeni bir anayasaya gerek olduğunu söylüyorlar.
Burada bir parantez açalım ve bir tespitte
bulunalım. Çok partili demokrasilerde
rejimin temel kurumu olan partilerin iç bünyelerinde, demokrasi kurum
ve kurallarıyla işlemiyorsa, o ülkede demokratikleşmeden ve özgürleşmeden
bahsetmek mümkün değildir. Bugün maalesef partilerimiz tek adam zihniyetiyle, demokrasiyle asla bağdaşmayacak şekilde
yönetiliyor. Bu zihniyet kaldıkça anayasalara ne yazılırsa yazılsın, değişen bir şey olmayacaktır.
Nitekim mevcut anayasa ve siyasi partiler
kanunu, partilerin demokratik esaslara göre yönetilmesini istediği halde, buna itibar edilmemektedir. Rejimin ruhu demek olan bu konuda samimiyet böyle
olunca, “demokratikleşme” ve “özgürleşme” sözlerinin sadece kitleleri aldatmaya yaradığını söylemeliyiz.
Parantezi kapatıp şu “yamalı bohça, sistematik ve “bütünlük”
meselesine dönelim. Fütursuzca deniliyor ki; 1987’den beri
milli irade, (üstelik son dönem hariç, değişiklikler uzlaşmayla olmuştur) hep yanlış
yapmıştır. İyi de neden?
Acaba meclislerin kabiliyeti mi
yetmemiştir? Eğer böyleyse şimdiki meclisin ehliyetine nasıl güveneceğiz? Üstün vasıflara sahip olduğuna nasıl inanacağız? Bunun için elde bir delil var
mı? Üstelik de devletin temellerinin değiştirmeye
kalkışıldığı halde.
Bütün bunlardan anlaşılan; “sıfırdan” anayasa istenmesinin şifresi bu karalamada gizlidir.
Anayasanın “ruhu” denilenin de,
“Türk” kimliği olduğu ve buna itiraz edildiği açıktır.
Başka bir ifadeyle devletin Türk
Milletine ait olduğunu belirleyen ibarelerin anayasadan çıkarılması
suretiyle, kimliksiz, sahipsiz bir devlet
yapısı öngörülmektedir.
Anayasanın “ruhu” ile ilgili
maddeler şunlardır:
Ø “Başlangıç” bölümündeki; “Türk
vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk Devletinin bölünmez
bütünlüğünü egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğunu… Türk
Milleti tarafından demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine
emanet ve tevdi olunur.”
Ø 66. Maddedeki; “Türk Devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”
Ø 4. Maddedeki, “Anayasanın 1. Maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm
ile 2. Maddesindeki
Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. Maddesi hükümleri
değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
Ø 6. Maddedeki, “Egemenlik
kayıtsız şartsız Türk Milletinindir.”
Ø 42. Maddedeki; “Türkçeden başka
hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri
olarak okutulamaz ve öğretilemez.”
Emirleri asla değiştirilmemelidir.
Türk Milletine rağmen Türk kimliğinin
değiştirilme gerekçesi nedir? İnkarcılara göre; “Türk” milletin
değil bir etnisitenin adıymış. Bunun için Türk sözü etnik bir
çağrışım yaptığından diğer etnik gruplar inkâr
ediliyor, ayrımcılık oluyor, gerilim, iç çatışma ve terör bundan çıkıyormuş. Bunun yerine Türkiye vatandaşlığı getirilirse, her
grup eşit siyasi konuma gelirmiş, barış olurmuş.
Hayret, Osmanlıyı yıkan görüşlere ne kadar da benziyor.
Görüldüğü gibi meşruiyetin ve gücün kaynağı
olan “Türk Milleti” yerine,
coğrafyanın adı olan “Türkiye
vatandaşlığı” getirilmek isteniyor.
Böylece, Fransız Devleti, Alman Devleti, İspanyol Devleti, Amerikan
Devleti, Yunan Devleti denebilecek, ama Türk
Devleti denemeyecek. Tam da PKK’nın istediği gibi.
Yapılmak istenenler bakımdan 66. Madde 1982 Anayasasının kilidi gibidir. Kırıldığında bütün kapılar
açılacaktır.
Anayasanın bu emirlerine niçin itiraz edilmektedir? Müesses nizam ve seçimlerde Türk Milleti
size böyle bir yetki ve görev mi verdi? Bu Milletin bin
yıllık egemenliğini
sona erdirmek gibi bir isteği olabilir mi?
Devletinden canı pahasına
da olsa vazgeçmeyeceği bilinen Türk Milletinin laf cambazlığıyla aldatılması, milli iradeye
meydan okumak anlamına gelmiyor mu?
Anayasanın “ruhunu” değiştirme ihtiyacının bir başka izahı da şöyle yapılmaktadır:
Özetleyelim; Osmanlı herkesin
devletiydi. Ama Atatürk ve arkadaşları,
Türkiye Cumhuriyeti Devletini sadece Türklerin devleti olarak kurdu.
Böylece diğer etnik grupları dışlayıp inkar etti. Türkiye’nin temel meselesi
budur. Meselenin çözümü; Türk(!) etnisitesi ile diğer etnisiteler,
demokratikleşme ve özgürleşme yoluyla eşitlenip, egemenliğe ortak yapılmasıyla
mümkündür. Bunun için anayasa, ya hiçbir etnisitenin adının geçmediği veya her
etnisitenin kendini eşit bir şekilde temsil edeceği yapıda olmalı. Böylece kardeşlik ve birlik tesis edilip, sorun olan milli/ulusal devletten kurtulmuş
olacağız.
Bu açıklama üzerinde biraz duralım. Çünkü
meselenin özü buradadır. Önce kavramların
çarpıtıldığına işaret edelim. Sonra bu icat edilen yeni
kavramlar üzerine, dünyada benzeri olmayan, akıl dışı bir rejimin inşasına
çalışıldığını söyleyelim.
Çarptırılan kavramlar: “Osmanlı herkesin devletiydi” ifadesi, bireyler açısından doğrudur.
Ancak söz konusu “egemenlik” olunca,
yanlıştır. Zira egemen olan millettir.
Birey değil. Birey hür olur. Bu durumda doğru cümle; “Osmanlı
gibi Türkiye Cumhuriyeti de herkesin devletidir. Egemenlik ise,
her ikisinde de Türk Milletinindir” şeklinde olmalıydı.
Bu birinci düzeltme.
İkincisi ise; “Demokrasi”, “özgürlük” ve
“eşitlik” gibi kavramlar, dünya hukukunda ve kültüründe olduğu gibi bizde
de, bireyler/vatandaşlar için geçerlidir. Etnik, ırk, din, felsefe, cinsiyet, bölge, sosyal sınıf veya
diğer toplum grupları için kullanılmaz. Çünkü etnisitelerin küme olarak “eşitliği, özgürlüğü
ve demokratlığı” olmaz. Bireylerin olur.
Toparlarsak; Büyük Atatürk ve
arkadaşlarının, Osmanlının devamı olan
Türkiye Cumhuriyetini, Türk Milletinin devleti olarak kurması, son derece
isabetli ve gerçekçi olmuştur. Çağın
gereği de budur. Dışlandı denilen boy, soy, aşiret gibi gruplar, Türk Milletinin birer parçası ve
unsurudurlar. Bu açıdan eşit bireyler, her türlü farklılığı giderdiği gibi, millet bütünlüğü içinde, egemenliğin de zaten sahibidirler.
Parti
İktidarları veya TBMM “Sıfırdan” Anayasa Yapabilir Mi?
TBMM veya parti iktidarları, anayasanın, değiştirilemez dediği, tarihten gelen kurucu iradeye, devletin kimliği ve niteliklerini
belirleyen ilkelere dokunmamak kaydıyla, gerekli her değişikliği
yapabilirler. Ama “sıfırdan” yeni bir anayasa yapmaya yetkileri yoktur.
Bu konuda değerli hukukçu Prof. Dr. Çetin
Yetkin, soruna açıklık getiriyor. Aynen şöyle diyor:
“Yeni bir anayasa yapılıp yürürlüğe girinceye
kadar, eskisi yürürlükte kalacaktır. O halde, yapılacak tüm işlemler
yürürlükteki anayasaya uygun olmalıdır. Bu açıdan 1982 Anayasası’na bakarsak,
her şeyden önce, 11/1. Madde hükmünün
şöyle olduğunu görürüz
“Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı
organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel
hukuk kurallarıdır.”
6. Maddenin 2. fıkrasında ise denilmektedir ki, “Hiçbir
kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”
“Anayasa Yapmak” hiç kuşkusuz, bir devlet
yetkisinin kullanılmasıdır.
Şu halde, yeni bir anayasa yapmak, ancak
yürürlükteki anayasa olanak tanırsa düşünülebilir.
O nedenle, ilk olarak TBMM’NİN GÖREV VE
YETKİLERİ başlığını taşıyan 87. ve sonraki maddelere
baktığımızda Meclis’in tüm
yetkileri tek tek sayıldığı halde böyle bir yetkinin tanınmadığını görüyoruz.
İDARE ile ilgili 123. ve sonraki maddelerde de böyle bir yetki söz konusu
değildir.
TBMM’nin görev ve yetkileri başlığını taşıyan 87. ve
sonraki maddelere baktığımızda böyle bir yetkinin tanınmadığını görüyoruz.”
“1982 Anayasası’nın 175. Maddesi
Anayasa maddelerinin nasıl değiştirilebileceğini hükme bağlamıştır. Başka bir
deyişle, Anayasa’da yapılacak herhangi bir “değişiklik”, yine Anayasa’nın
belirlediği biçimde yapılabilecektir. Nitekim şu ana değin hep böyle
yapılmıştır. Ancak, burada söz konusu olan “maddelerde değişiklik”tir.” Sıfırdan yeni bir anayasa
değildir.
1982 Anayasası’nın 4. Maddesi, ilk 3 madde hükmü değiştirilemez ve
değiştirilmesi teklif edilemez dediğine, 2. Maddesi “Başlangıç”ta belirtilen temel ilkelere
dayandığına, bu ilkelerde “…egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait
olduğu” kaydedildiğine göre, devletin kuruluş esasları asla değiştirilemez.”
Bu hukuki açıklamalardan sonra tekrarlayacak
olursak; anayasanın ruhu değiştirilemez. Türk Devleti’nin asırlar ötesinden gelen, bedelini ödeyerek
yaşattığı kimliğini, hiçbir güç yok sayamaz. 61 ve 82 anayasaları da, bu temel gerçeğe
saygılı olmuştur.
BOP’un ve Bölücü Terör Örgütü PKK’nın “Sıfırdan” Anayasa İhtiyacı
Bilindiği gibi Büyük Ortadoğu ve
Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP), bölgenin 22 İslam ülkesinin sınırlarını,
batının ihtiyacına göre yeniden belirlemeyi amaçlıyor.
Sınırların yeniden belirlenmesi işi; ülkelerin durumuna göre değişik yollardan, değişik
araçlarla yapılıyor. Irak’ta askeri güç kullanarak;
Libya, Tunus, Mısır gibi ülkelerde iç isyan ve çatışmalarla; Türkiye’de “demokrasi,
özgürlük, eşitlik” gibi karıştırıcılar, işbirlikçiler, PKK terörü, AB üyeliği ve “ABD stratejik ortaklığı-Model ortaklık” aldatmacasıyla
yürüyor.
Bu
çerçevede gelişmelere bakıldığında, ABD, AB ve PKK’nın, “yeni” bir anayasa istediği açıkça görülmektedir. İstemekle de
kalmamakta, terör dahil her yönden saldırmaktadır. Devletimizin milli (bir
millet) ve üniter/tekil (tek merkezden yönetim) yapısı bozulmadığı sürece de,
bölünmesi mümkün değildir.
Bunun için millet ve devlet yapısı
etnikleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu hedefe ulaşılırsa, daha sonraki bir vadede
devamı da gelecektir. O da, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparılacak
parçalar üzerine “Büyük Kürdistan”ın
kurulmasıdır.
Tarih şuuruna sahip olanlar meselenin burada
da bitmeyeceğini, bin yıldan beri devam eden haçlı zihniyetinin gereği olarak,
Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesi ve
eritilmesiyle, bu topraklarda “Büyük
Ermenistan-İsrail-Yunanistan” gibi
egemenliklerin kurulmasına kadar devam edeceğini bileceklerdir. Bu son safha 50-60 yıl veya daha uzun sürebilir.
Ayrı bir konu.
Bu bir haçlı projesidir. İşte bazı delilleri:
Ø “Büyük Ortadoğu
ve Genişletilmiş Afrika Projesi” (BOP)’nin resmi
haritasına bakıldığında her şey ayan beyan görülebilir. İsteyenler “Sevr haritasını” ve “Sevr Antlaşması”nı da
hatırlayabilirler. Bunların Barzani Yerel Yönetimi haritasıyla aynı olduğu
da bilinmelidir.
Ø 1998’de toplanan
AB Bakanlar Komitesi şu kararı aldı: “Kürt
sorunu siyasallaştırılarak, uluslararasına taşınarak ve halkların hukukuna göre
çözülecektir.” 13 yıldır yaşananlar,
aynen böyle seyrediyor.
Ø PKK’nın yan
kuruluşu İnsan Hakları Derneği (İHD)’nin imzasını taşıyan[17] 320 sayfalık kitap 1998’de AB Komisyonu
Genişlemeden Sorumlu Komiseri Verheugen’a elden teslim edilmiştir.
Ø Bir yıl sonra Aralık 1999’da Türkiye’ye AB adaylık
statüsü verilmiştir. 2000 yılından itibaren, uyum
adına önümüze konan yol haritasındaki siyasi şartların tamamı, inanılır gibi
değil, bu kitaptan alınmıştır.
Ø Kitapta; millet
bütünlüğüne dayalı olarak inşa edilmiş olan kültürel, hukuki ve siyasi yapının
çözülüp, Türkiye’nin “etnisite esasına
göre dönüştürülmesi” için;
kanunlardan “Türk” ve “milli” gibi kavramların çıkarılması,
Anayasa maddelerinin ne
şekilde değiştirileceği[18],
genel af[19],
66. Maddeden Türk kimliğinin çıkarılması[20], anadillerde
eğitim, öğretim ve yayın[21]
gibi düzenlemelerin; adı ister AB süreci olsun, ister “PKK açılımı” hepsi
mevcuttur.
Ø Eğer, ABD-AB-PKK
üçlüsünün dayattığı “siyasi-demokratik”
(iki kimlikli, iki dilli, iki özerk bölgeli) çözüm kabul edilmezse, kan akmaya devam
edecektir. Bu maksatla PKK terör
örgütüne Irak’ın kuzeyinde güvenli bir bölge tahsis edilmiştir. Bu terör
yuvalarının dağıtılması için, bölgeye girişimize ABD-AB ikilisi izin vermemektedir. Bölücü terör
örgütü ABD’nin himayesinde kan dökmeye devam etmektedir.
Kısaca, kan dökenler, can alanlar bizden,
devletimizi, vatanımızı ve milletimizi bölüşmemizi istiyorlar. Bunun adına “çözüm” diyorlar ve buna uygun bir “yeni” anayasayı dayatıyorlar.
Bütün
bunlar “sıfırdan” anayasanın
kaynağında hangi mihrakların ve niyetlerin yattığını göstermeye zannederiz yeterli olacaktır.
Siyasi İktidar Bu Projenin Neresinde?
Uzatmadan soralım acaba siyasi iktidar,
Türkiye’nin dönüştürülmesi
denilen bu projenin neresinde duruyor? Bunun cevabı Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarında mevcuttur. Erdoğan; “Bu
ülkede biz Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle,
Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla bir milletiz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimseyi
rahatsız etmemeli” söylemini her vesileyle tekrarlıyor.
Eğer bu cümle şöyle kurulsaydı mesele
olmayacaktı: “Biz Kürt’üyle,
Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla,
Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla hepimiz Türk
Milletiyiz.Türk Devletinin vatandaşı olmak kimseyi rahatsız etmemeli.”
Ama böyle söylenmiyor.
Bir ve egemen olan Türk
Milletini ayrı ayrı siyasi sosyal parçalar
halinde görmek, aslında milli-üniter devlet yapımızın reddi anlamına gelmektedir.
Bu anlayış yeni değildir. Eskiden beri
savunulduğu ve benimsendiği görülmektedir. Konuyla ilgili olarak daha da
ayrıntılı bilgi vermek için “2. Cumhuriyet Tartışmaları”[22] adıyla 1993’de yayımlanan kitaptaki röportajı okumalıyız.
Buradaki sorular ve cevaplar aynen şöyle:
RTE: Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik
grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir.
‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir. (Buradaki “herkesin” sözünden bireyleri değil, etnik/ırk
gruplarının tüzel kişiliğini anlamak lazımdır. SS)
Soru: Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler.
RTE: Bu durumda belki Osmanlı Eyaletler sistemi benzeri bir şey
yapılabilir.
Soru: Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse
RTE: Bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa
kurar. Ama kudreti yoksa…
Soru: Buna hakkı var mıdır? Kudreti olmayabilir…
RTE: Bu hakkı kimden isteyeceği önemlidir.
Soru: Hak istenmez. O hak meşrudur ya da değildir. Burada sorulan o;
meşru mudur?
RTE: Coğrafi bütünlük içerisinde evet, ama coğrafi ayrılık içerisinde
hayır.
Soru: Coğrafi bütünlükten kastınız misak-ı milli sınırları mı?
RTE: Ona orda hudut tayin edemem.
Soru: O zaman bu hak da
meşru değildir diyorsunuz
RTE: Eyaletler
tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum.
Soru: Ama
bağımsız bir devlet olarak tasarlayamam diyorsunuz.
RTE:
Tasarlayamam çünkü bu coğrafyanın mücadelesini veren sadece Kürtler olmamıştır
ki!
Soru: Ama o
coğrafyada yaşayan insanların böyle bir talebi olduğunda.. “Biz kendi
kimliğimizle, bayrağımızla, Kazakistan, Özbekistan gibi bir ülke olmak
istiyoruz” derlerse, siz bu hakkı meşru bulur musunuz; bunu öğrenmek istiyorum!
RTE: Onu meşru
olarak görmüyorum.
Bu röportajda; “Kürtler, bağımsızlık isterlerse” sorusuna verilen “Coğrafi bütünlük içerisinde
evet” ve “coğrafi
bütünlükten kastınız misak-ı milli sınırları mı? sorusuna verilen “Ona orda hudut tayin edemem” cevabı daha da ileri hesapların olduğunu düşündürmektedir.
Erdoğan’ın bugün de aynı şekilde düşündüğünü, “açılım” çerçevesinde bazı yasalardan
çıkarılmaya başlanan “Türk” adının, “yeni”
anayasadan da çıkarılacağını açıkça söylemesinden anlaşılıyor.
Bölücü terör örgütü
PKK’nın başı Apo’nun, “Türkiye
vatandaşlığı” ve “coğrafi bütünlük içinde kalarak” çözüm dediği “Demokratik Cumhuriyet Projesi”, (İki kimlikli, iki
dilli, iki özerk bölgeli cumhuriyet) de böyle değil mi? Oslo mutabakatı
da bu gerçeği teyit etmiyor mu?
Bu bilgilerden hareketle, “yeni” anayasanın
“Türk
etnisitesi(!)”nin de içinde yer aldığı “çok ortaklı etnik devlet”
yapısını gerçekleştirecek şekilde hazırlanmak istendiğini söyleyebiliriz.
Bu amaçla Anayasanın 66. Maddesindeki “Türk Devleti” ve “Türk” ibarelerinin çıkarılarak yerine “Türkiye veya anayasal vatandaşlık”ın konulmasının önemini tekrar vurgulamalıyız. Yani yok sayılan Türk Milletinin kimliği yerine
coğrafyanın kimliği konulunca; renksiz, kimliksiz, sahipsiz bir devlet yapısı
ortaya çıkıyor. Basit ifadesiyle tapunun
(egemenliğin) sahibi bir iken, iki veya daha fazla olmasının, yolu açılıyor. ABD’nin zorla kurduğu, iki
ortaklı “Irak Federal Cumhuriyeti”
gibi.
Zannederiz ki bu değerlendirmeler, “yeni” anayasa ve ”yeni” Türkiye” denilen mühendislik
çalışmasında, siyasi iktidarın konumunu belirlemeye yetecektir.
İşte biz buna bölünme diyoruz. Ama bu görüşü savunanlar; milli
devletten vazgeçilince, çok ortaklı devlet yapısı Türkiye’yi
büyütecek, herkesin
menfaatine olacak; “Milli Birlik ve Kardeşlik” tesis
edilecek, ülkeye “barış
ve eşitlik” gelecektir, diyor.
Burada, devletlerin bir millete göre kurulduğu,
milleti meydana getiren sosyal toplulukların üzerine devlet inşa edilemeyeceği
gerçeği inkar ediliyor. Geçmişte kanlı bir şekilde dağılan Yugoslavya’dan ve
Sovyetler Birliğinden ders alınmıyor. Emperyalistlerin zorla, kanla ve
katliamla kurduğu bugünkü Irak’ın başına gelenlere ve geleceklere
bakılmıyor.
Sözün burasında yine soralım: Acaba iktidar, BOP ve PKK ile aynı görüşte denebilir mi? Hayır. Bir yol arkadaşlığından bahsedilebilir.
Anlaşıldığı kadarıyla “çok ortaklı etnik federasyona” geçilince,
siyasi iktidarın
projesi tamamlanıyor, yol bitiyor, devam
etmiyor.
Ama PKK ve BOP’un yolu devam ediyor. PKK’nın yolu “Büyük Kürdistan”, BOP yolu, “Büyük
Ermenistan”, “Büyük İsrail” ve “Büyük
Yunanistan” kuruluncaya kadar devam ediyor. Unutmayalım ki, bütün bunlar
bin yıllık haçlı seferlerinin değişmeyen emelidir.
“Çok ortaklı
etnik bir devlet”, oradan da “Büyük Kürdistan”a geçildi diyelim; Bu durumda
haçlı (BOP) yoluna devam edeceğine göre, “Büyük
Kürdistan”ın durumu ne olacaktır? Bilemiyoruz. Ama haçlının asıl hedefi, bu
topraklarda Türk-İslam medeniyetini yok etmek olduğuna göre, cevabını siz
düşünün.
SONUÇ
Anayasalar donmuş metinler değildirler.
İhtiyaca göre geliştirmeye ve değiştirmeye muhtaçtırlar. Ancak; devletin Türk
Milletine ait olduğunu gösteren temel ilkelerin değiştirilmesine; kurucu irade, anayasamız, tarih şuuru ve sorumluluğumuz,
kültürümüz ve egemenlik hakkımız izin vermiyor. Hiçbir iktidarın ve
meclisin de böyle bir yetkisi olamaz.
Buna rağmen
devletin temelleri değiştirilirse, kanaatimizce bu silahsız darbe olur.
Çünkü devletin
birinci görevi; Türk Milletinin birliğini, vatanın bütünlüğünü ve devletin bağımsızlığını
korumak ve yaşatmaktır. Tarihin derinliklerinden
gelen egemenliğini
yıkmak ve ülkenin
bütünlüğünü bölmek değildir. Hiçbir Meclisin ülkenin bir parçasını, mesela
Edirne’yi Yunanistan’a veriyorum diyemeyeceği gibi. Böyle bir durum vaki
olduğunda, anayasa hukukçularının söylediği gibi “milletin direnme hakkı” doğar. Nitekim
1982 Anayasası’nın “Başlangıç”
bölümünün son cümlesinde, bu anayasa “Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık
Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur” denilmektedir.
Eğer maksat samimi
olarak anayasamızı daha “demokratik”,
“özgürlükçü” ve “temel insan haklarına saygılı” hale getirmek ise, bu mümkündür. Bir parçası olduğumuz uluslararası hukuka, milli ihtiyacımıza, müktesebatımıza ve kültürümüze
uygun hale getirme hedefinde
buluşmak yeterli olacaktır. Bunun için, acele etmeden, en geniş manada
uzlaşarak çalışmaya başlanmalıdır.
Bu bakımdan, Birleşmiş
Milletler Şartı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan hakları
Sözleşmesi ve bu çerçevede geliştirilip imzalanmış olan uluslararası bütün
sözleşme ve anlaşmalar bize yardımcı olabilir.
Böyle bir düzenin kurulabilmesi
için de, önce yargının gerçekten bağımsız ve tarafsız olması, yani hukuk devletinin teşkili şarttır. Ancak
Başbakan’ın 12 Eylül 2010 referandumu ile hukuk devletini ortadan kaldıran anayasa
değişikliğine dokunulamaz demesi, ön şart koşması demokratik düzeni şimdiden
tehdit altına sokmuştur.
Bu durumda; demokrasi ve özgürlükten, hür medya ve haberleşmeden, katılımcılıktan, özellikle
partilerin demokratikleşmesinden, toplumda
korkusuzca yaşamadan, insan temel
hak ve özgürlüklerinden, inanç, ibadet, düşünce ve ifade hürriyetinden, nasıl bahsedilebilir?
Umulur ve
temenni edilir ki, aklın
yolu seçilir; devletin ve milletin kimliğiyle uğraşmak gibi, hiçbir iktidarın
üzerine vazife olmayan tehlikeli yanlışlardan
vazgeçilir ve masum milletimizin gerçek ihtiyaçlarının karşılanması esas
alınır. Eğer milli bütünlüğümüzün
sağlamlaştırılmasına ihtiyaç varsa, ayrımcılığı, bölücülüğü, ırkçılığı ve siyasi etnikçiliği reddeden, milli-üniter
yapımızı daha da güçlendirici bir anayasa yapılır.
Bu anayasa
mutlaka “adalet mülkün temelidir” ilkesi üzerine inşa edilir. O durumda; DEMOKRASİ, ÖZGÜRLÜK, BİREYLERİN EŞİTLİĞİ, KALKINMA,
HUZUR, KARDEŞLİK ve İNSAN TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİNİN ancak bu yapı içinde gerçekleşebileceği
görülür.
Böylece ülkemiz, varlığına
yönelen saldırılara karşı milli güçlerimizle gerçekten savunulur; kanlı terör
belası ve haçlı planları bertaraf edilir, milletimiz birlik içinde
refah ve zenginlik yolunu tutar, vatanımıza huzur gelir. Böylece milli devlet, güçlü iktidar yapısıyla ayağa kalkar, çevremize ve
insanlığa karşı görevlerimizi yapacak konuma gelebiliriz.
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA
Merkezimiz
ilk olarak Temmuz 2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında,
faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde başlamıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl
burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine
Ocak 2011’de şimdi bulunduğu Kızılay’daki yerine taşınmıştır. Kuruluşundan bu
yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan hizmetlerine
kesintisiz olarak devam etmektedir.
Bilgi
Şölenleri ismi ile her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik
toplantılarda, ülkemizin temel meseleleri, alanında uzman kişiler tarafından
sunum ve tartışmalar eşliğinde incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye
ve Türk-İslam Dünyasının ana meseleleri üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve
görüş birliği sağlamaktır. Bugüne kadar 135 Bilgi Şöleni yapılmıştır.
Yine
bu amaçlar doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları
da aralıksız olarak sürdürülmektedir. Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte
olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde
değerlendirilmektedir.
Geniş
katılım ile yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden
takip edilebilmesi için video şeklinde internet sitelerimizden
yayınlanmaktadır.
(www.millidusunce.org
ve www.iktidarmuhalefet.com)
Öte
yandan belirli kıstaslara göre seçilen üniversite ve sonrası dönemi gençlerine
milli bir şuur kazandırmak üzere, belli bir program dâhilinde, bilgi
seminerleri verilmektedir.
Önemli
gördüğümüz bir diğer çalışmamız da, dağınıklık içerisinde, tek tek kalmış ve
birçok fedakârlıkla faaliyetlerini sürdürmeye çalışan milli düşünce
kuruluşlarıyla, birlikte hareket imkânını oluşturmak ve bir işbirliği zeminini
hazırlamaktır. Bu ortak çalışmamız müspet bir sonuca ulaştığında, bu kuruluşlarımız
milli hedeflerimiz doğrultusunda güç birliği sağlamış olacaktır.
Bunların
yanında merkezimiz ülkemizin öncelikli sıcak meseleleri hakkında kamuoyunu
aydınlatmak üzere yayınlar da yapmaktadır.
Yayınlanan
eserler şunlardır:
1-
Son Haçlı Seferi: PKK Açılımı – Ocak 2010
2-
Etnik – Irkçı – Bölücü PKK Terörünü Doğru
Anlamak – Temmuz 2011
3-
“Yeni” Anayasanın Şifreleri – Kasım 2011
Merkezimizin
bütün çalışmalarını, bilim adamlarımızın makalelerini ve yurt içinde ve dışında
gelişen önemli olaylara ait haberleri internet sitelerimizden dileyen herkes
kolaylıkla takip edebilmektedir.
[1] İzmir Ekonomi Üniversitesi, Hukuk Fakültesi
Öğretim Üyesi ve 21.yy Türkiye Enstitüsü Anayasal Düzen, Hukuk, Adalet
Araştırmaları Merkezi Bilimsel Danışmanı
[2] Tanım ve anayasanın
hukuk devleti ile ilişkisi için bkz. M.H.REDISH; The Constitution as Political
Structure, New York-Oxford University, 1995, pp.3-21.
[3] Gazi Üniversitesi
Öğretim Üyesi
[4]“Kürt Sorunu’nun
Çözümüne Doğru: Anayasal ve Yasal Öneriler”, Dilek Kurban, Yılmaz Ensaroğlu,
TESEV Yayınları, 2010. Tam metin için: http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DEMP/kurbanensaroglu-yasal%20oneriler%202010.pdf
Raporun
hazırlanmasında ağırlıklı olarak BDP’li ve İHD’li bir hukuk panelinden
yararlanılmıştır.
[5] “TESEV Anayasa
Komisyonu Raporu: Türkiye’nin Yeni
Anayasasına Doğru”, Mustafa Erdoğan, Serap Yazıcı, TESEV Yayınları 2011. Tam
metin için:
http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/Turkiyenin%20Yeni%20Anayasasina%20Dogru.pdf
[6] Ümit Cizre, “Turkey's
Kurdish Problem: Borders, Identity, and Hegemony”, “Right-sizing the State: the
Politics of Moving Borders”, editörler:
Brendan O’Leary, Ian S. Lustick ve Thomas Callaghy, Oxford University Press,
Oxford 2001; sayfa: 222.
[7] Meselâ bakınız, Neşe
Düzel’in Ayşenur Bahçekapılı ile röportajı, Taraf Gazetesi, 30.11.2009.
http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-aysenur-bahcekapili-basbakan-hayatini-riske.htm
Taraf
sitesinde röportajın tamamını okumak için abone olmak gerekiyor. Ancak başka
siteler tam metin vermiş: http://www.islahhaber.com/lookmk.php?No=1389 Ayşenur
Bahçekapılı röportajın yapıldığı dönemde AKP Grup Başkan Vekili’dir.
[8] “Kopenhag Siyasî
Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması)”, İnsan Hakları Derneği, İstanbul,
2000, sayfa 33.
http://www.ihd.org.tr/images/pdf/kopenhag_siyasi_kriterleri_ve_turkiye_mevzuat_taramasi.pdf
[9] "The French
Melting Pot: Immigration, Citizenship, and National Identity” (Fransız Eritme
Kazanı: Göç, Vatandaşlık ve Millî Kimlik), Gérard Noiriel, Geoffroy de
Laforcade tercümesi. (Orijinal ismi: “Le Creuset Français”), University of
Minnesota Press, 1996. 000, p.160
[10] Alman Federal
İçişleri Bakanlığı İstatistik Ofisi’nden Wikipedia’nın derlediği istatistikler:
http://en.wikipedia.org/wiki/Demographics_of_Germany#cite_note-2005_Microcensus-1
[11] Meselâ, Açık Toplum
Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi’nin desteklediği bir anketin sonuçlarına göre,
Türkiye’de “Türk dili ve kültürü ile bir ilişkim yoktur” diyenler %2, Türk dili
ve kültürünün kendisi için ikinci sırada geldiğini ifade edenler %8’dir: Hakan
Yılmaz, “’Biz’lik, ‘Öteki’lik, Ötekileştirme ve Ayrımcılık: Kamuoyundaki
Algılar ve Eğilimler”, 2010: http://hakanyilmaz.info/yahoo_site_admin/assets/docs/HYilmaz-Otekilestirme-02-İçerikselRapor.188160919.pdf
[12] Süddeutche Zeitung,
27.06.2002. Bakınız:
http://www.hindu.com/lr/2004/07/04/stories/2004070400280200.htm
[13] Devlet eski bakanı ve
Milli Düşünce Merkezi Başkanı
[14] Türk Anayasa
Metinleri, s.96,Prof. Dr. Suna Kili-Prof. Dr. Şeref Gözübüyük
[15]
www.yenicagkitap.com/yazargoster.php?haber=568
[16]
www.yenicagkitap.com/yazargoster.php?haber=601
[17] Kopenhag Siyasi
Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması), İnsan Hakları Derneği yayını
[18] a.g.e
[19] a.g.e
[20] a.g.e
[21] a.g.e
[22] "2. Cumhuriyet
Tartışmaları (Yeni Arayışlar, Yeni Yönelimler) [Röportajlar] [Hazırlayanlar:
Metin Sever, Cem Dizdar], Ağustos 1993 (2. Baskı), 462 S. Başak Yayınları.
syf:417-431.
Yorumlar
Yorum Gönder